110 likes | 335 Views
İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR. Öykücü CAN ÖZOĞUZ. Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına….
E N D
İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR Öykücü CAN ÖZOĞUZ
Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…
Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında, pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları, odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi. Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde misketleri şakırdıyordu.
O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı; arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi. Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı. O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu. Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde; battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan, sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi. Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle: “Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın unutma ha! Tamam mı?” dedi. “Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri çantada keklik sayılırdı.
“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da unutma ama bak!” diye ekledi. “Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı, akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden. O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını, iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya daldı. * * *
Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında, Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor, toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta yerinden ters tarafa dönmüştü. * * * “Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?” “İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi göstermek için her gün alıyorum bir tane.” “Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?” “Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.” “Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor. Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?” “Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”
“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.” “Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek, ondan kuvvetlisi yok ki!” “Tak-tuk da nesi?” “Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten. Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.” “Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.
Çat! “Neydi o?” “Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet ederken iki taraftan hafifçe kolunu çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım ondan sonra alçıya alacağız.” “İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle ters dönmüştü kolum.” “Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak, biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün yazılılardan kurtuldun gittin bir kere. Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda; mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle bakalım” “Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...” * * *
Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzındasessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında, annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış, kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı: “Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi. “Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.” Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…
Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti. Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi ütebilirdi. Ö y k ü c ü (İstanbul, 1 Mayıs 2011)
Öykü : Can Özoğuz Müzik: La Mamma, Charles Aznavour Misketfotoğrafları: Can Özgün Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz www.oykucu.net