E N D
Ö Y K Ü LAZİGOS Yazan : Can Özoğuz Sesi açınız
Lazigos’un dili ballı, gönlü beyaz bulut, yüreğiyse çınardı. Alâmetifarikası bıyıklarını, uçları yukarı baksınlar diye burmaya alışkın güzel elleri, rakı kadehine de aşinaydı. Te Hopa’dan İskenderun’a kadar bütün limanlarda işçilere onu sorsan, tanımayan, bilmeyen, sevmeyen bulunmazdı. Lazigos, o limanlarda akşam oldu muydu, çilingir sofralarında sabahlara kadar süren sohbetler etmeye bayılır, işçiler bunu bildiklerinden, balıksırtı takımıyla, ceket omuzda, sivri burun yumurta topuk ayakkabılar ayakta, başta kasket, elde tespih, Lazigos daha uzaktan göründü müydü, kayıntıyı acele toparlar, sofrayı hazır ederlerdi. Eğer ki çoğu zaman yaptığı gibi memleketten bir kasa hamsiyle birlikte avdet etmişse, o zaman kolları sıvayıp mutfağa kendi girer, hamsiyi ayıklayıp tavasını elleriyle hazır ederdi.
Lazigos o akşam bir lokma hamsi tava, bir çatal ucu fava ve sek rakısından küçük bir yudum alıp arkasına yaslandıktan sonra cigarasından derin bir nefes çekip büyük bir sır vermek ister gibi öne doğru eğildi; “Mutluluk nedir bilir misin yeğenim?” dedi; kalıbına pek uymayan sıcacık dost sesiyle. Bir an için hamsi, fava ve rakıdan bahsedecek sananlar, kocaman cüssesiyle oturduğu sandalyedeki kıpırtılarından ve bıyık altı gülümsemesinden başka bir şeyler anlatacağını sezdiler. Lazigos omzundaki ceketi düzeltip gırtlağını temizledi. Söze başlarken gözlerini ipince iki çizgi yapana dek iyice kıstı, sol eliyle çenesini bir süre sıkıp bıraktı, sonra bıyıklarını burdu yukarı yukarı ve: “Mutluluk parmak uçlarımın dokunmasıdır,” dedi. Ardından sofrada kimsenin bir söz söylemesine fırsat bırakmadan, ağır ağır başladı bal damlatmaya.
Hey gidi günler hey, “ne kadınlar sevdim zaten yoktular, yağmur giyerlerdi sonbaharla, bir azıcık okşasam sanki çocuktular, ne kadınlar sevdim zaten yoktular, böyle bir sevmek görülmemiştir,” demiş ya şair... İşte öyle bir şey benim kadınlarım da… Hep onlar erdi muradına, biz kerevetine bile çıkamadık. Fakat iş mutluluğa gelince, işte orada dur bakalım azıcık. Hop dedik! Demem o ki mutlu olduk be usta! Parmak uçları meselesine gelirsek o da şu iş; Karadeniz gibi azgın bir avratın kollarında, darbe yemiş, yorgun, hatta yarı baygın ve çaresizken, koyvermeyip; bitmez tükenmez bir mücadele sonu, zifiri karanlıklar içinde, gözlerin kapalı, sekiz saat kulaç attıktan sonra birden parmak uçlarının karaya dokunduğunu hissetmişsen eğer, o anki mutluluğunu muhtemelen bir ömür boyu tekrar yaşayamazsın.
Tabii böylesi bir mücadeleden alnı ak çıkabilmek için Karadeniz insanı olmanın verdiği dayanıklılık birinci şart. Karadeniz insanı, sofrasından eksik etmediği karalâhana gibi, hamsi gibi, mısır gibidir yeğenim. Dayanıklılığı karalâhanaya benzer. Bu güzelim sebze öyle dayanıklıdır ki haftalarca kar altında kalsa yine yaşar, bilir miydin? Kar eriyince dışta kalan ve ortalığa muazzam bir koku yayan çürümüş birkaç kat yaprağını attın mıydı, altından capcanlı çıkar karalâhana.
Karadeniz insanının zekâsıysa hamsi gibi kıvraktır. Hiç bakma o anlatılan fıkralara. Hepsini kendi uydurur Karadenizli. Kendi kendisiyle alay edebilmek, kendine güvenin nişanesi değil de nedir ha söylesene? Şu hamsi zekâsının kıvraklığına bak hele ki bunlar hep kıpır kıpır, hep topluca hareket ederler. Uzaktan çok büyük bir balık gibi görünür ve gerçek büyük balıkları korkutur ve de uyurken dahi yüzebilirler. Tıpkı ancak bir Karadeniz insanının yarı uykuda yarı baygınken saatlerce yüzüp sonunda parmak uçlarını karaya değdirebilmesi gibi inanılması güç bir şeydir, hamsilerin hem uyur hem yüzer oldukları. Karadeniz insanı bir de mısıra benzer demiştik ya yeğenim. E asabidir işte! Isınınca patlayan mısır gibi. Fakat temiz yüreklidir de; kin tutmaz, mısır gibi aniden patlasa da çabucak yatışır. Yeter ki patladığında belinden hiç eksik etmediği silahına sarılıp geri dönüşü zor bir vukuata kalkışmış olmasın.
Anlatacağım olayı yaşadığım o akşamüstü, limana İstanbul’dan yolcu taşıyan geminin yanaştığını görünce, bizim Amca’yla motora atladığımız gibi geminin yanında soluğu almamız bir olduydu. Amca o yaz memleketi Konya’ya gitmezden önce, benim memlekete gelip uzunca bir tatil yaptı. Te on iki yaşımızdan beri tanır, severiz birbirimizi. Ankara’ya yatılı okumaya geldiğimizde, yerlerimizi yadırgadığımız o ilk akşamlar, battaniyelerimizi başlarımıza çekip birbirimizden gizlice ağlardık tüm yatılılar. O ilk günler Amca bir de akşamüzerleri pencerenin yanına gider, güneşin battığı tepeye bakar durur ve gözleri yaşarırdı. Sanırdı ki Konya hemen o tepenin ardında; anası, kız kardeşi hemen oracıkta, kendisiyse mahpus sanki okulda… Çocukluk işte! Sözlerinin tam burasında Lazigos’un boğazı düğümlenir, gözleri nemlenir gibi oldu. Rakısından bir yudum aldı ve devam etti anlatmaya:
Fakat bahsettiğim o yaz gençtik hani ikimiz de. Düşünüyorum da genç adama boşuna delikanlı dememişler yani. Tam on altı yaşındayız o sıra ve kanımız deli gibi, çılgın gibi akıyor damarlarımızda. Ankara’da gizli gizli âşık olduğumuz kızları geride bırakmış, bizim memlekete gelmişiz tatile ve bütün günlerimiz Karadeniz’de dalgalarla boğuşarak geçiyor, vücutlarımız gitgide güçleniyor, omuzlarımız genişliyordu sanki. Öyle ki, suda uyurken dahi yüzebilen hamsi gibi hissediyordum artık kendimi. O akşamüstü, haftalardır yolunu gözlediğimiz yolcu gemisi limanımıza demirleyip, güvertede cıvıl cıvıl lamazi gogoları (güzel kızları) görünce, atletik vücudumu sergilemek için gemiye tırmanıp en yüksek yerden denize balıklama atlamamak için kim tutacaktı ki beni? Amca motorda kaldı, ben cıva hızıyla tırmandım gemiye ve artistik bir atlayış yaptım. Yüze çıkarken ağzımdan suyu balina gibi fıskiye yapıp, göz ucuyla güverteden bana bakan lamazi gogoları kesiyordum. Fakat ikinci atlayışımda iş tersoya yattı. Tam suyun altından yukarı dönüş yaptığım anda bir şey çat etti belimde. O anda belden aşağısını hissedemez oldum. Üstelik geminin öbür tarafına atlamıştım iyi mi? Amca da göremiyor beni. Panik içinde ayaklarımı kullanamadan suyun üstüne kulaçlarımla çıkıp sırt üstü yattım, beklemeye koyuldum. Birazdan geçer, sabır Lazigos sabır, diyordum kendi kendime.
Dili damağı kuruyan Lazigos, rakı kadehine uzanıp okkalı bir daha yudum indirdi midesine, elinin tersiyle ağzını sildi, sonra iki parça da hamsi götürdü. Masadaki işçiler hikâyenin devamını dinleyebilmek için çıtlarını çıkarmıyorlardı. Lazigos anlatmaya devam etti. Sabretmeyi yatılı okuldaki judo hocam öğrettiydi. İlk dersin sonunda ödev olarak karman çorman düğüm olmuş koca bir yumak misina verdi elime. Her akşam yatakhanede bu yumağı kesmeden açmaya çalış, düğümü tamamen çözünce de bana getir dedi. O yumağı çözmek tam dört ayımı aldı. İlk dönemin sonuna doğru artık bir noktada düğümün açılmasının imkânsız olduğunu görünce yumağın birkaç yerine makasla giriştim ve ancak öyle teslim edebildim. Fakat hoca misinanın üç beş yerden kesilip düğüm atıldığını gördü. “Neden sabretmedin oğlum?” dedi. İnsanın yaşamı boyunca birçok sıkıntıyla karşılaşacağını, bunlarla, saldırarak değil sabrederek mücadele etmek gerektiğini anlattı. Öğretisini böyle aşıladıydı bana işte.
Ben bütün bunları düşünüp, suyun üstünde belden aşağım felç yatmış beklerken, güneş batmış, yolcu gemisi düdüğünü çalıp limanı terk etmiş, Amca benim yüzerek kıyıya döndüğümü sanıp motorla uzaklaşmış, ben ise akıntıyla açığa sürüklenmiştim. Kendimi fazla yormadan fakat azimle, akıntıya karşı sırtüstü, kollarım birer kürek, bedenim bir sandal ve yüreğimse Arhaveli İsmail olmuştu artık. O Arhaveli İsmail ki ellerine güvenir. O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar anam dedim kendi kendime ve sanki uzaklardan gelen neşeli bir kemençe sesine uyup bir türkü tutturdum, asıldım bedenimin küreklerine. Dudaklarımda o türkü, kulaklarımda kemençenin sesi hiç bitmedi ve gece yarısına doğru ayaklarım yeniden hareket etti. Deniz o ara sakinlemiş, şansıma açıktan karaya esen bir rüzgâr başlamıştı. Fakat kıyıdan neredeyse beş mil açıktaydım. Çok uzaklarda şehrin solgun ışıkları görünüyordu. Benimse oraya ulaşmaktan başka hiç bir çarem yoktu. Hafifçe ayaklarımı da kullanarak yüzmeye başladım ağır ağır. Suyun içi zifiri karanlık ve ürkütücüydü. Çoğunlukla gözlerim kapalı yüzüyor, zaman zaman elime deniz mahlûkatları değince irkiliyor, seri kulaçlarla oradan uzaklaşıp, yorulunca sırt üstü yatıp dinleniyordum. Bazen yarı baygın, yarı uykuda yatarken, boğazıma kaçan suyu kusarak uyanıyor, sonra yeniden yüzmeye başlıyordum.
Kurtuluşa giden bu maraton, ayaklarımı hissetmeye başladığım andan itibaren üç saat kadar sürdü. Gözlerim kapalı yüzerken artık kıyıya az kaldığını hissediyor, sabrediyordum. En sonunda elimin parmak uçları zifiri karanlıklar içinde yere değdi birden. Heyecan ve mutluluktan yüreğim ağzıma geldi o an. Ayağa kalkmaya hemen cesaret edemedim. Suyun içinde ellerim, ayaklarım karayı bir an bile bırakmadan, yaklaşık iki mil emekleyerek bizim evin hizasına geldim. Sonra son bir gayretle karaya çıkıp zar zor yürüdüm eve. Gece yarısına kadar sahil korumaya beni arattırıp sonuç alamayınca umudu kesen anam, kardeşlerim ve Amca, yaşlı gözlerle açtılar kapıyı. Ruh gibiydim. Dosdoğru yatağa attım kendimi. Titriyordum. Üzerime kat kat battaniye örterlerken sızmışım.
Sonra bir hafta çıkmadım sıcacık yatağımdan. Anam beni en sevdiğim yemeklerle besledi, zamanla gücüm yerine geldi. Eve gelen doktorsa disk sıkışması teşhisi koydu. Meğer suda geçirdiğim o sekiz saat olmasa, belimin tamamen iyileşmesi pek mümkün olmazmış. Bak şu güzel Allah’ın işine dedim ben de kendi kendime. Ya, işte böyle yeğenim! Şimdi hele bir deyin bakayım, bundan âlâ mutluluk tarifi var mı sizde? Dinleyenler dut yemiş bülbül misali sustular. Yemeyip yediren, içmeyip içiren, gönlü zengin, şair ruhlu kabadayı Lazigos yavaşça ayağa kalktı, “Hadin eyvallah dostlar, sağlıcakla kalın,” deyip sarılıp vedalaştı ve sessizce uzaklaştı. Ö y k ü c ü, New York, 1 Ekim 2011.
ÖYKÜ : CAN ÖZOĞUZ ÖYKÜDEKİ MISRALAR: ATTİLÂ İLHAN, NAZIM HİKMET TÜRKÜ: ŞEVVAL SAM FOTOĞRAF: CAN ÖZGÜN www.oykucu.net