E N D
YAZILI KÜLTÜR DOÇ. DR. SERDAR ÖZTÜRK
Yazılı Kültür • Batı merkezli düşünürler, ilk kez Eski Yunan’da alfabenin keşfedilmesiyle insan zihninde ve kültüründe önemli dönüşümler olduğunu savunurlar. Alfabeyle birlikte insanın resimleri, heceleri tanımasına gerek yoktur, sesleri temsil eden harfleri bilmek yeterlidir. • Hiyeroglifde olduğu gibi bir resmi daha önce görmediysek anlamını bilmemiz mümkün değildir. Oysa sesleri temsil eden alfabeyle insan, dünyayı yeniden inşa edecek bir imgeleme (tahayyüle, muhayyileye) sahip olabilirdi (Bu yöndeki düşünürler için bkz. Ong, 2003; Sanders, 1999).
Yazılı Kültür • Buna karşın Jan Assmann (1999), aslında soyut düşüncenin hiyeroglif gibi alfabetik olmayan yazıda daha geçerli olduğunu savunur. Şekilleri, resimleri hatırlayıp yorum yaparak okumak daha fazla ve daha soyut zihinsel efor gerektirir. Fenikelilerin Samilerden ödünç aldığı alfabede sesli harf olmaması ya da çok az olması, boşlukların bağlamdan çıkarılarak anlaşılması da bu soyutlamaya işaret eder. Assmann’a göre dönüşümü Eski Yunan’dan itibaren başlatmak yanlıştır. • Dünyada alfabe bir kez icat edilmiştir. En eski alfabetik yazı, M.Ö. 750-690 yıllarından kalma Dipylon Vazosu adı verilen bir vazoya oyulmuş yazıdır. Fenike yazısında sağdan sola dizili bu yazıda, “Bütün bu dansçıların arasında en şen oynayan kim?” (Sanders, 1999: 56) denmektedir.
Yazılı Kültür • Alfabenin bulunuşuyla ilgili kuramlardan birine göre, alfabe eski Yunanlılarla ticaret yapan Fenikeli deniz tüccarlarının kullandığı yazının geliştirilmiş halidir. Yunanlılar yumuşak Fenike ünsüzlerini ünlülere dönüştürmüşlerdir. Bu kuram alfabenin ticaret dolayısıyla bulunduğunu ve alfabeyle ilk kez kayıt tutmanın olanaklı hale geldiğini savunur (Sanders, 1999: 57). • İlk yazı konusunda değişik görüşler vardır. Sanders (1999: 58) ilk yazının büyükbaş hayvanların yerini kaybetmemek için kullanılan “iz sağlama” yöntemi olduğunu, bu yazının M.Ö. 11 bine kadar geriye gittiğini savunurken, Ong (2003: 104-105) bunun bir yazı olarak kabul edilemeyeceğini, yazının Sümer’de M.Ö. 3500 civarında kullanılmaya başladığını savunur. Ong’a göre ticari işlemleri kaydetmek amacıyla toprak jetonlar iç boş, ufak ve ağzı sımsıkı kapalı kutulara konmakta, kutunun dış yüzeyine jeton sayısı kadar işaret kazınmaktaydı.
Yazılı Kültür • Böylece kabın dış yüzeyindeki çentiklerin sayısı inek, koyun gibi nesneleri temsil etmekteydi. Bunun anlamı ilk yazıyı önceleyen bu temsillerin de tıpkı yazı gibi ticari ve yönetim işlemlerinde kullanılmasıdır. Kayıt tutmayı özendiren gelişme kentleşmedir (Ong, 2003: 58-59). • M.Ö. 3500’de bu işaret sistemi yazıya doğru adım atar. Çiftlik hayvanları ve tahıllar tabletlere geçirildi. Artık kil simgeler ortadan kalkmıştı. Okur, tabletlerdeki işaret sistemlerinden, bir zamanlar inek ve tahıl demetlerinin var olduğuna inanmak zorundaydı (Sanders, 1999: 59).
Yazılı Kültür • Yazının ilk biçimlerinden birisi resim yazıdır. Resimle, anlatılmak istenen sözcüğün temsil ettiği figür çizilmekteydi. Örneğin inek sözcüğü inek resmiyle anlatılıyordu. Daha sonra kavram-yazıya geçildi. Çin yazısı kavram-yazı, yani ideografik yazıdır. Örneğin iki ağaç resmi iki ağacı değil “orman” sözcüğünü anlatır. Bu yazıların daha gelişmişini ise Samiler yarattı. Samiler, ilk alfabetik yazıyı M.Ö. 1500’de geliştirdiler. Ünlülerin olmadığı, yarı ünlülerin bulunduğu bu alfabeyi Fenikeliler aldı. Sami alfabesi Fenikelilerden Yunanlılara geçti. Yunanlılar bu alfabeye ünlüler de katarak kendilerine uyumlu hale getirdiler. Sami yazısı bile metinleşmemiş insan yaşamına yakınken, Yunan alfabesi insan yaşamından uzaktı. Yunan yazısıyla bilinmeyen diller de yazılıp okunabilirdi. Herkesin bu yazıyı öğrenmesi kolay olduğu için demokratikleştiriciydi (Ong, 2003: 110 v.d.)
Yazılı Kültür • Sami yazısının okuyan kişi büyük yorumcu olarak alfabeyi yorumluyordu. Anlam, tümüyle harflerde kodlanmamıştı. Bağlama göre anlam çıkarılabiliyordu. Oysa, ünlülerin olduğu alfabe bu sorumluluğu Batılı okurdan aldı. Anlam, ünlülerin olduğu alfabede tümüyle harflere kodlanmıştır. Oysa Sami dilinde okuma bir yorum edimidir. Anlamsız görünen unsurlar, okurken bir yorum yanlışı olarak değerlendirilerek cümleden atılır. • Alfabe okuru yorumu okuma sırasında değil, tamamlandıktan sonra yapar. Okuryazarlığın ilk dönemlerinde yöneticilerin kararları okuma-yazma bilmeyen topluluklara okunurdu. Ortaçağ tarihçileri bu topluluklara “metinsel topluluk” demişlerdir. Okuryazarlığın gelişmesiyle bu gruplar yavaş yavaş ortadan kalktı (Sanders, 1999: 63-64).
Yazılı Kültür • Sami yazısının okuyan kişi büyük yorumcu olarak alfabeyi yorumluyordu. Anlam, tümüyle harflerde kodlanmamıştı. Bağlama göre anlam çıkarılabiliyordu. Oysa, ünlülerin olduğu alfabe bu sorumluluğu Batılı okurdan aldı. Anlam, ünlülerin olduğu alfabede tümüyle harflere kodlanmıştır. Oysa Sami dilinde okuma bir yorum edimidir. Anlamsız görünen unsurlar, okurken bir yorum yanlışı olarak değerlendirilerek cümleden atılır. • Alfabe okuru yorumu okuma sırasında değil, tamamlandıktan sonra yapar. Okuryazarlığın ilk dönemlerinde yöneticilerin kararları okuma-yazma bilmeyen topluluklara okunurdu. Ortaçağ tarihçileri bu topluluklara “metinsel topluluk” demişlerdir. Okuryazarlığın gelişmesiyle bu gruplar yavaş yavaş ortadan kalktı (Sanders, 1999: 63-64).
Yazılı Kültür • Köklerini Eski Yunan’dan başlatan Avrupalı düşünürler Yunanlıların geliştirdiği fonetik alfabenin yazı sistemlerinin en esneği olduğunu iddia etmektedirler. Örneğin Ong (2003: 11) şöyle der: “Bizim yazımız, herkesin kolayca öğrenebileceği demokratikleştirici bir yazıdır.” Bu mantıktan gidilirse Ong’un kendisinden görmediği “öteki”nin yazısı seçkincidir. Ancak Yunan’da alfabenin ne derece seçkinlerin dışında kullanıldığı tartışmalıdır. • Okuryazarlığın seçkin bir kesimden toplumun geniş kesimlerine yayılması uzun bir süreçtir. Önceleri belirli kesimlerin büyülü bir güç atfettiği ve genellikle yöneticiler ve dinsel sınıfların bildiği yazı, Yunan’da, örneğin, icadından üç asır sonra halkın malı olmaya başlamıştı. Bu süreç sonraları biraz zikzaklı bir seyir izlemiştir. Örneğin Ortaçağ’da sözlü kültür ağırlıklı bir yapı yer yer görülür. 11 ve 12. yüzyılda devlet dairelerinde bile sözlü gelenek egemendi. Mahkemelerde jüri üyeleri kendilerinden önce hatırlanan anıları anımsayarak davayı bağlıyorlardı. Matbaanın icadına kadar insanlar hangi zamanda yaşadıklarını bilmiyorlardı. Zaten bunun önemi de yoktu çünkü yaşadıkları zamanın izini bırakacak gazete ve benzeri araçlar yoktu.
Yazılı Kültür • Doğu toplumlarında yazının seçkin bir azınlığın hizmetinde olması süreci daha uzun sürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nda okuma-yazma, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin dışında genellikle yönetici sınıfların ve yönetici sınıflara yakın kesimlere ait bir kültürel sermayeydi. • Sözlü kültür, tıpkı Batı toplumlarında olduğu gibi uzun süre egemenliğini sürdürmesine karşın, Ong’un birincil sözlü kültür dediği, hiç okuma yazma bilmeyenlerin kültürü anlamında bir sözlü kültür Osmanlı‘nın son yıllarında bile toplumun büyük çoğunluğunda halen başat konumdaydı. Okuma-yazmanın seçkin kesime ait olması, Şerif Mardin’in “büyük kültür” ve “küçük kültür” dediği ayrımı tetikliyordu.
Yazı ve insan Bilinci • Yazı ile insan bilinci arasındaki ilişkiyi anlayabilmek açısından ondokuzuncu yüzyılda meydana gelen bir olaya bakılabilir. 26 Mayıs 1828 tarihinde vahşi bir çocuk yalpalayarak Nurnberg kentine gelir. Çocuk, 17 yaşlarındadır ve tek bir sözcük dahi konuşamamaktadır. Hırıltı ve inleme sesleri çıkarmaktadır. Çocuk, gözetim altına alınır ve ona Latince ile Eski Yunanca öğretilir. Çocuğa kağıt kalem verilince ismini Kapsar Hauser olarak yazar. Hauser okuma-yazmayı öğrenince tüm ilgisini ve düş gücünü “kendisine” yöneltti. Ama bunu alışılmadık şekilde yapıyordu. Birinci tekil şahıs olan “ben”i çok ender kullanıyor, bazen hiç kullanmıyordu. Kişilik siliniyor, geriye bir nesne kalıyordu. Yazılı kültür içinde doğup büyümediği için içsel yaşam diyebileceğimiz yaşama girmekte zorlanıyordu. Kendisinden bir yabancı gibi söz ediyordu. Örneğin kendisi hakkında şöyle diyordu: “Gökyüzünü hiç görmezdi… Geceyle gündüz arasındaki farkı hiç bilmezdi.” (akt. Sanders, 1999: 66-67).
Yazı ve İnsan Bilinci • Hauser, düşünen bir benlik oluşturamamıştı. Geç gelen okuryazarlık ve geciken konuşma yeteneği yüzünden bir yabancı gibi dolaşmaktaydı. Okuryazar bilinci olan “ben” ve “benin farkına varmak” ve “gözlemlemek” Hauser için çok zordu. Birinci tekil şahısla üçüncü tekil şahısı buluşturamıyordu. Böylece kendi derinliğine inemedi Hauser. Yalnızca yüzey tanımlamalarla duygularını, gözlemlerini anlattı. Hauser’in yaşamı sözellikle okuryazarlığın ters yüz edilmiş şekliydi. Sözelliği yaşamadan, yeterince içselleştirmeden yazılı kültür evresine geçmişti. Oysa normal koşullarda önce sözlü kültür döneminin yaşanması, sonra yazılı kültür safhasına geçilmesi gerekirdi.
ANNE VE ÇOCUK İLİŞKİSİNİ SÖZLÜ KÜLTÜR AÇISINDAN DÜŞÜNMEK • Düşünür Bary Sanders bir Meksika köyünde yaşadığı bir anısını anlatır. Yaşlı bir kadına çocuk eğitimi konusundaki kitapların Amerika’da yaygın olduğunu anlatır. Kadın Amerika’daki yetişkinlerin bu kadar beceriksiz ve sağduyudan bu denli yoksun olmalarına çok şaşırır. Bir annenin çocuk bakımı konusunda bir el kitabına niçin gereksinim duyduğuna şaşırır. Bir insan, insanın doğasını öğrenmek için bir kılavuza neden gerek duyar diye düşünür. Yeni bir araba alan birisinin arabayı kullanmak için bir kılavuz aldığını bilen ve şaşırmayan kadın, çocuk sahibi olan el kitabı verilmesine şaşırmış ve gülmüştür (Not. Bu durumu, mimetik bellek ve kültürel bellek açısından düşününüz.) • Meksikalı kadın, çocuğuna meme vererek, onu kucaklayarak, onunla konuşarak ve ona şarkı söyleyerek çocuk eğitimine başlamıştır. Çocuğuna dokunmuş, akışkanlık, ritim ve dil bebeği büyütmüştür. Bebek, dokunma, emme, duyma, görme bütün duyularla büyüyerek yavaş yavaş kendi sesini kazanmıştır.
Anne çocuk ilişkisini • Meksikalı kadın şu gerçeği bilmektedir: Okuryazarlık memeyle başlar. Annenin kalp atışları ve solukları dahi çocuğun bilincinde ritim duygularının ve dinleme isteğinin oluşmasında önemlidir. Evde kimse bebeğe dil öğretmez, bebek seslerin art arda gelişini duyarak dili öğrenir. En temel duyma sesi annenin kalbidir. Annenin sesleri ve cümleleri bebeğe nüfuz etmektedir. Bebek yüz kaslarını görerek, ilkel mimikler sergileyerek annenin çıkardığı sözü taklit eder. Sonunda kendi seslerini çıkarır. • Dolayısıyla anne, çocuğa yalnızca beslenmesi süt emzirmez, aynı zamanda sözel dünyaya adım atması için emzirir. Sözle dünya, okuryazarlığın temelini oluşturduğu için emzirme önemli bir edimdir. Annenin evden kopmasıyla emzirmenin olmaması ya da azalması çocuk gelişiminin bu temel taşlarını yıkacaktır. Halkadaki kopuş, okuryazarlığı da etkileyecektir. Öğretmenin ve biberonun annenin ve memenin yerini tutması çok zordur. Oysa yirminci yüzyılın ortasında çoğu çocuk biberonla beslenmeye başlamıştır. Anne ve bebeğin ticarileşmesinin başlangıcıdır bu yüzyılın ortası (Sanders, 1999: 181-183).
Bir Roman Çerçevesinde yazılı ve sözlü kültür ilişkisi • Mark Twain’in Hucklebery Finn, okuryazarlığın doğruluk standardının otorite tarafından halka zorla kabul ettirilmesine dair yazılmış en keskin eleştirilerden birisidir. Roman, ondokuzuncu yüzyıl Amerikasında farklı okuryazarlık düzeylerini sergilemektedir. Okuryazar Dul Bayan Douglas, yarı cahil Huck, okuma yazma bilmeyen Jim ana karakterlerdir. • Huck Finn gülünç bir tarzda konuşan yarı cahil bir gençtir. Gencin okuryazarlığa ulaşması ev yaşamından dolayı zordur. Annesi yok gibidir. Roman bu konuda sessiz kalır. Babası roman başlamadan bir süre önce esrarengiz bir şekilde kaybolur, olaylar hızlanınca ayyaşın birisi olarak çıkar. Huck, ailesinden ilgi görmez, geçmişinde eğitimle ilgili bir şeyle karşılaşmaz. Ancak biberon mamasıyla da beslenmez.
Roman çerçevesinde… • Sözcük oyunları ve devrik yapılı cümleler kurar, sözcüklerle dans eder. Bu, anne sütünün etkisidir. Her şeyi en ince detaylarına kadar anlatır, öykü anlatmasını bilir. Ancak Huck’ın sözleri ne kadar oyun dolu, canlı ve zekice olursa olsun, romanı okuyan kişi onun okuryazarca konuşmalar yapmadığını bilmektedir. Yazım, dilbilgisi hatta söz dizim kurallarını altüst etmektedir konuşmaları. Huck, okuryazarlık kurallarını bilmediğinden hangi kuralı çiğnediğini de bilmemektedir. Dul Bayan Douglas’a göre Huck daha ahlaklı olmak için okuma yazma öğrenmelidir. • Huck’ın sıcak bir ailesi olmadığı için kendisine bir aile arar ve bir çeteye katılır. En iyi arkadaşı Tom Sawyer’ın reisliğini yaptığı çetenin üyeleri birbirlerine son derece bağlıdırlar.
Roman çerçevesinde… • Bazı güçler Huck’ı topluma geri kazandırmaya çalışır. Yazar Twain, bunun okuryazarlık yoluyla olacağını görür. Huck’ın ise okuma yazma konusundaki duyguları karışıktır. Okuma yazma ona sıkıcı gelir. İncil’in anlattığı hikayeler anlamsızdır. Ve her şeye sırtını döner. • Bir salla Missisippi nehrine açılır. Yolda topluma dışına itilmiş okuma yazma bilmeyen Jim’le karşılaşır. Jim, Huck’ı yazı dünyasından uzaklaştırıp büyü dünyasına sokar. Jim’in ahlakı soyut değil somuttur. Jim, zenci bir köledir ve Huck’ın babası gibi olmuştur. • Ancak bir süre sonra Huck, Jim’le alay eder. Jim ise sözünün eridir. Huck, hatasını anlar özür diler. Jim, sözünün eri olma dersini öğretir Huck’a. Söylenen her şeyi önceden düşünmelidir. Söylenen sözler insanı yaralayabilir, şakalar geri tepebilir.
Roman Çerçevesinde… • Cahil zenci Jim, Huck’a iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın her cümlenin özünü oluşturduğu okuryazar dünyanın kapısını aralamıştır. Jim, okuma yazma bilmemesine karşın öyküler ve söylenceler dünyasıyla doğruyu bulur: Başkalarına kötü ve acımasızca davranmamalıdır. (Not: Konuyu kültürel belleğin eğitici işlevleri açısından düşününüz.) • Romanın sonunda Huck’ın bir seçim yapması gerekmektedir. Polly Teyze ve Dul Bayan Douglas’ın dediğine bakarsa okuma yazma dünyasına girecektir. Para ve mevki için okuması gerekmektedir. Oysa Huck kitapların, İncil’le, yazım kuralları ve Pazar okuluyla sınırlanmış bir dünyaya köle olmak istememektedir. Huck’a göre özgürlük, kurallardan uzak olmaktır. Seçme ya da karışık konuları anlama özgürlüğü değildir.
Roman çerçevesinde… • Romanı yorumladığımızda Huck, arazi olduktan bir süre sonra okuma yazma öğrenip bir iş bulabilir kendine. Ancak Jim gibilerin böyle seçeneği de yoktur. Ezilmiş ve dışlanmış bir kişi olacaktır Jim. Aslında Huck için, kölelik olan şey Jim’in özgürlüğüdür. Huck, isterse okuma yazmayı öğrenebilir ancak o, boyun eğmeyi reddeder. Twain bunu olanaksız kılar, çünkü Huck’un annesi yoktur, babası ayyaştır. Bayan Douglas kocasını kaybetmiştir, Jim köle bir zencidir, Tom Sawyer da yetimhanede büyümüştür. Huck, gerçek anlamda okuryazar olabilmek için geç kalmıştır (Sanders, 1999: 201-207). Tıpkı Kasper Hauser gibidir Huck. (Not: Kasper Hauser ile Huck’ı karşılaştırın). • Huck, yarı yoldan döner, sözellikten ciddi okumaya yazmaya geçemez. Okuryazarlık tarafına geçmesi için, okuma yazmanın kurallarını kabul etmesi, yani otoriteyi tanıması gereklidir. Bu otorite ise, bebeğin yaşamında geleneksel olarak babası tarafından sağlanır. Oysa bu otorite figürü Huck’ın hayatında yok gibidir. Öz babası Pap, onu fiziksel ve sözlü taciz etmiştir. Yeni babası köle Jim, köleleştirilmiş birisidir.
Roman çerçevesinde… • Huck, kimsenin sahiplenemediği bir alanda sıkıp kalmıştır. Eğer başarılı olmak istiyorsa eğitimini tamamlamak zorundadır. Aksi halde Jim’den daha yüksek bir konuma gelemeyecektir. • Bu romanın yazarı Twain’in gücü okuryazarlığın gücünden kaynaklanmaktadır. Okuryazarlık, kişinin eleştirel çözümleme bilincini artırarak ona güç sağlar. Bu iyi kitabı Huck değil Twain yazmıştır. Ancak okuryazar olan kişi kendi üzerine düşünebilir. Bu bireylerin sayısı az olduğu için onlar bu gücü okur yazar dünyasının dışındaki insanları ezmek için kullanabilirler. Örneğin, Dul Bayan Douglas’ın elindeki kağıt parçası yüzünden Jim, köle kalmıştır. Bir başka kağıt parçası sayesinde, Özgürlük Bildirgesiyle, Jim özgürlüğüne kavuşmuştur. • Dul Bayan Douglas okuryazarlığıyla Jim’e sahiptir ve Huck’a da sahip olmak istemektedir. Huck, arazi olarak okuryazarlıktan korkan, ezilen sayısız genci temsil eder (Sanders, 1999: 208-212). (Not: Bilgi ve iktidar arasında daha derin okumalar yapmak isteyenler benden kaynakça ve yardım isteyebilir).