590 likes | 948 Views
E N D
Bir sonbahar akşamı daha yaklaşıyordu. Ankara yine her zaman ki hareketliliğini yaşıyor ve insanlar telaş içinde gündelik işlerine gidip geliyorlardı. Necatibey’den çıkıp Sıhhiye’ye geldi. İçaydınlık otobüsüne bindi ve Ulus’ta indi. Terminale gitmeden önce Ulus’ta küçük bir işi vardı, halledip oradan hızla terminale geçecekti.
Ulus’ta ana cadde o kadar kalabalıktı ki yürümekte zorlanıyordu insanlar. O kadar dikkat etmesine rağmen birkaç kişiye kolunu çarptı. Seyyar satıcılar kaldırımları doldurmuş, bu nedenle insanlar yürümek için yola taşıyorlardı. Ulus adeta mayın tarlası gibiydi, hızla Gençlik Parkı’na yöneldi ve kalabalıktan kendisini kurtardı.
Sağda eski Meclis olanca heybetiyle duruyordu. Solda ise meşhur Ankara Palas… Ankara Palas’a varmadan önce Ulus Çarşısı’ndan halk ezgileri yükseliyordu etrafa. ‘Şah Plak yine dinletiyor’ dedi içinden. Mahsuni’nin ‘Amerika katil’ türküsü çalıyordu.
Ankara Palası geçip Stad Oteline varmasına rağmen hala Mahsuni’nin sesi kulağındaydı, ‘Amerika katil katill…” Mahsuni’nin türküsü diline dolandı, söyleye söyleye stadyuma doğru yürümeyi sürdürdü.
Bir yandan yürüyor ve bir yandan da yapacağı uzun yolculuğu düşünüyordu, canı sıkıldı birden. O, uzun boyuyla bacakları koltuklar arasında sıkışıyor ve yolculuk onun için adeta bir işkence haline geliyordu. Şu koltuk aralarını neden sanki geniş yapmazlardı ki?
Bütün bunları düşünürken 19 Mayıs stadyumunun önüne varmıştı. Sonra paraşüt kulesinin yanından karşıya geçip terminale daldı. Çığırtkanların, ‘abi nere, otobüs hemen kalkıyor’ sözlerine aldırmadan bir İstanbul firmasının yazıhanesine doğru yöneldi. Biletini aldı ve cebine koydu.
Saatine baktı, otobüsün kalkmasına daha 45 dakika vardı. İçinden, ‘Allah verede otobüs 303 olsa’ diye geçirdi. Gürültü ve sigara dumanından uzaklaşmak için hızla dışarı fırladı. Çok katlı otoparka doğru yöneldi.
Parkın çıkışındaki kulübeye yaklaşınca adımlarını küçültüp voltalamaya başladı. Yazıhanelerin tam karşısında epeyce boşluk vardı. Birkaç tane bank gördü ama hepsi de doluydu, insanlar oturuyordu.
Ağır adımlarla yürümeyi sürdürdü. Etrafta, kendisi gibi otobüs hareket saatini doldurmaya çalışan başkaları da vardı. Büfenin yanındaki duvara sırtını verip etrafı gözlemlemeye başladı. İleride bir limonatacı sırtındaki o parlak bakır ibrişimle, bağıra bağıra limonata satmaya çalışıyordu.
Yazıhanelere açılan kapıdan bir kadınla çocuğun çıkıp bulunduğu yere doğru geldiğini farketti. 8 - 9 yaşlarında bir erkek çocuğu ve orta yaşlı bir kadındı gelenler. Geldiler ve birkaç adım ötesinde durup beklemeye başladılar.
Kadının yüzündeki kırışıklıklar yaşamının ne kadar çileli olduğunu gösteriyordu. Üstünde çiçekli, koyu renk, yamalı ama temiz bir fistan, başında kenarları oyalı işlenmiş tülbent, ayağında naylon ve bacağında pijama vardı.
Çocuğun ise ayağında siyah soğukkuyu lastik, kaput bezine benzer bir kumaştan eski, askılı bir pantolon, üstünde cıbırörten kumaştan dirsekleri yamalı alaca bir gömlek vardı.
Çocuk uzaktan limonatacıyı gördüğünde anasına parmağıyla işaret etti. Kadın önce pek oralı olmadı, sonra elini fistanının cebine sokup şöyle bir yokladı, sağına soluna bakıp elini cebinden çıkardıktan sonra çıkardığı demir paralara bir göz attı. Canı sıkıldı ve paraları geri cebine koydu. Anlaşılan çok az parası vardı. Belki de gidecekleri yere zor götürecekti.
Limonatacı bunlara doğru geliyor, o yaklaştıkça çocuk anasının fistanını çekiştirerek limonata alması için ısrar ediyor, kadını büyük bir sıkıntı basıyordu.
Limonatacı, ‘ilimonata buuuuz’ diye bağıra bağıra yanlarına geldi ve durdu. Çocuk anasının fistanını çekiştirmeyi hala sürdürüyordu. Anası en sonunda limonatacıya işaret etti ve limonatacı cam bardağa koyduğu limonatayı çocuğa uzattı.
Kadın fistanının cebinden çıkardığı demir parayı limonatacıya verdi, limonatacı paranın üstünü sayarak kadına uzattı ve yavaşca oradan uzaklaştı. Kadının bakışlarındaki şaşkınlık, limonata fiyatının tahmininin de üstünde olduğunu gösteriyordu.
Çocuk limonata bardağını aldı, dudaklarına götürdü, iyice yanaştırdı, biraz içti ve bardağı anasına uzattı. Anası çocuğun uzattığı limonatayı istemiyor ve içmesi için çocuğa doğru ısrarla itiyordu.
Çocuğun inat ettiğini gören ana bardağı aldı, yavaşça dudağına yanaştırdı, içiyormuş gibi yapıp dudağına değdirip tekrar çocuğa verdi. Çocuk, anasının kendisine uzattığı bardağı tuttu, biraz içti ve tekrar anasına uzattı.
Anası yine almak istemedi ama çocuk diretiyordu. Kadın, çaresizlikle çocuğunun elinden bardağı aldı, dudaklarına yapıştırdı ve tekrar çocuğuna verdi. Bir bardak limonata ana ile oğul arasında belki 20 kez el değiştirdi.
Çocuk limonatayı yudum yudum içiyor, sonra anasına uzatıyor, anası bardağı dudağına götürüp bir damla bile içmeden ona geri veriyordu. Nihayet limonata bitmiş ve bardak duvarın dibine bırakılmıştı.
İstanbul otobüsü perona geleli 10 dakika olmuştu. O, yavaş yavaş çocukla anasından uzaklaştı, otobüse yanaştı. Şöyle bir baktı, şansı iyi gitmiyordu, otobüs 303 değil 302 çıktı. İçinden, ‘bu otobüsle İstanbul zor bulunur’ dedi.
Şoför muavini, ‘İstanbul yolcuları kalmasın’ diye seslenmeye başlayınca otobüse binip koltuğuna oturdu.Döşemeler kirli, koltuğun ayarı bozuktu. Nihayet otobüsün motoru çalıştı ve hareket etti.
Otobüsün penceresinden bir kez daha ana ile çocuğa baktı ve işte o anda karmakarışık duygular yaşadı. Yüreği kabardı, gözleri doldu ve boğazına bir şey düğümlendi. Felaket duygulanmıştı, birden anası geldi gözünün önüne, uzun zaman olmuştu görmeyeli. Toplumsal mücadele O’nu koparıp almıştı adeta ailesinden.
Kim bilir şimdi nasıldı? Sürekli romatizmalarından dert yanardı, sabahın köründe kalkar ve gece geç saatlerde yatardı.Evin onca işi, inek, dana, koyun, bahçe ve horantanın yemeği, bulaşığı kolay değildi. Aşağıdan yukarı her doğrulduğunda ‘vay anamm vay, vay belimmm vay’ derdi durmadan.
Memlekete gitmek, anasının ve ağasının elini öpmek, onlarla hasret gidermek sanki hiç aklına gelmemişti onca yıl. Ankara terminalindeki o yoksul kadınla çocuk bir şok etkisi yaratmıştı üzerinde.
Anası yıllar var ki romatizmadan şikayet ediyordu, birde Almanya’da ki gelininden. Oğlunu koparıp elinden almıştı, ağıtlar yakardı, “ben yanarım yavruma yavrum yanar yavrusuna” diye. Ağasının da sağlığı iyi değildi, ‘nasılsın ağa’ dediğinde, tesbih taneleri gibi dizilirdi peşpeşe, saydığı rahatsızlıkları aklında tutamayacak kadar çoktu.
Ya emmisi!? Askerde alevi olduğunu gizlediğinden onu da diğer jandarmalarla birlikte Koçgiri isyanını bastırmak için Dersim’e göndermişlerdi. Gördüğü vahşete nasıl dayanmıştı?! Onun için anlatması çok güçtü. Sürekli kaçak tütün içer, bulamadığında günde 3 - 4 paket birinci sigarası zor yeterdi. O da bir sürü hastalıkla haşır neşir yaşıyordu.
Düğünlerde deve oynatıp ortalığı şenlendiren emmisi hadımdı. Evlenmiş, eşi 15 gün beklemiş, sonra baba evine geri dönmüştü. Emmisi bunlarla birlikte kalıyordu. Çocukluğu geldi birden aklına. Evlerinde üç oda, bir ahır bir samanlık ve birde tandırlıkları vardı.
Ağasıyla anası ahırın bir köşesine söğüt ağacından yaptıkları sedirde yatarlardı kışın. İki göz odada bacı ve kardeşleri, diğer odada ise, emmisiyle birlikte kendisi ve küçük kardeşi yatıyordu.
Emmisi gece öyle bir horluyordu ki kara tren bile onun yanında sivri sinek vızıltısı kalırdı. O, korkudan yorganı başına çektiği halde, yine de bu horultuyu duyuyor ve korkuyla sabahı zor ediyordu.
İçanadolu’da yaşayan, 8 çocuklu yoksul bir ailenin 7. çocuğuydu. Erkek çocuğu olmasına rağmen yoksulluk nedeniyle ilkokula gidene kadar fistanla dolaştı.
Ağası ona çimento kağıdına benzer, eski tapu defterlerinden kağıtlar buluyor, makasla kesip iple dikip defter yapıyordu. Defterini defalarca silerek kullanıyor, tüm okul dönemine yetirmeye çalışıyordu.
İlkokul tatil olduğunda, köyden 2 kilometre uzakta bulunan kendi tarlalarının bulunduğu Bektaşyeri’nde hayvanları güderdi. Bir kavalı olmasını hayal ederdi, şöyle yanık yanık çalması için ama onu alacak para nerede?
Akşam olduğunu Haydarbeyin çiftliğinde bulunan büyük kayalıklar gölgeyle dolduğunda anlardı. Ama, hava bulutlu ve yağmurluyken kayalıklarda gölge olmaz ve vaktini şaşırırdı. Ne evlerinde nede kolunda saati yoktu, çünkü saat çok paraydı.
Bulutlu, kapalı havalarda akşam oldu diye köye döndüğünde, akşam olmadığını babasının kızgın bakışlarından anlayıp, yediği bol fırçayla Bektaşyeri’ne geri döndüğü çok olmuştu.
Öyle çok severdi ki sabah uykusunu, ama hayvanlar gün doğuşuyla birlikte evden çıkarıldığı için hiçbir zaman sabah uykusuna doyamadı. Kümesteki horoz bile ondan daha şanslıydı.
Köyde 3 kez çok korktuğunu hatırladı. Bir defasında yaman bir kış günüydü hastalanmış, karnı sancılar içinde kalmıştı. Ne kadar bilinen koca karı ilaçları varsa denemişler ama çare olmamışlardı.
En son askerliğini sıhhiye olarak yapan teyzesinin kocası boşkesenin Hasan enişteden yardım istemişler, o elinde iğne kutusuyla hemen koşup gelmişti.
Hanim bacısı ispirtolu gazocağını yakmış, eniştesi iğne kutusunu gaz ocağının üstüne bırakmıştı. Su kaynayacak ve iğnenin mikrobu kırılacaktı.
Birden o iğneleri vücuduna saplanmış gibi düşündü ve acılar hissetti. Yataktan kalktı ve yavaşça kapıya yöneldi. Anası, ‘oğlum nere gidiyon’ diye seslenince o, ‘helaya’ dedi. Oysa tuvalet ihtiyacı yoktu.
Evden çıktı tuvalete gider gibi yapıp köşeden hızla köyün pınarına doğru koştu. Diz boyu kar vardı ve karnının sancılarından duramıyordu. Arkasına baktı hiç kimse izlemiyordu. 400 – 500 metre ileride, tepede köy mezarlığa vardı. Hızla mezarlığa ulaştı ve iğneden kurtulduğu için derin bir nefes aldı.
Mezar taşları arasına iyice gizlenip evlerini gözetlemeye başladı. Uzun süre eve dönmediğini gören anası ve Hanim bacısı dışarıda aramaya başladılar. Bulamayınca çaresiz kalan Hasan enişte enjektör kutusunu alıp evine geri döndü.
Birden farkına vardı, artık karnı ağrımıyordu. İğne korkusuyla karnının ağrısı geçmişti. İkinci korktuğu ise sünnetçi geldiğindeydi.
Bektaşyeri’ne kaçmış, arkasından Hanim bacısı kovalamış, çayırlıktan öte korktuğu için gidemeyince yakalanıp köyde sünnetçiye teslim edilmişti.
Nasılda acı çekmişti sünnet olurken. Ağası, “sünnet olmazsan kız olursun” dediğinde, hiç düşünmeden hemen, “oluruuum” demiş, yine de onu dinlememişler zorla sünnet ettirmişlerdi.
Üçüncü korktuğu ise Ankara’da okurken yazın köye döndüğü bir Haziran ayında olmuştu. Bindiği otobüs yolda arıza yapmış, tamiri uzun sürmüş, ineceği köy yoluna geldiğinde çoktaaan karanlık bastırmıştı.
2.5 kilometre uzaktaki köye yalnız başına nasıl gideceğini saatlerdir düşünüyor ve acayip korkuyordu. İşte yine korktuğu başına gelmiş, otobüs onu karanlıkla başbaşa bırakmıştı.
Ekinlerin sapları rüzgarın etkisiyle ses yapıyor, O arkasından cin geldiğini düşünerek korkudan geriye bakamıyordu. Korkuyu bastırmak için ne kadar bildiği türkü varsa hepsini sırayla avazı çıktığı kadar söylüyor, yine de korkuyu yenemiyordu. Osman Türen’in türkülerini bile söylemiş, ama hala korkuyu üzerinden atamamıştı.
Köye girdiğinde soldaki mezarlık karşıladı ve daha da korktu. Evlerine girdiğinde vücudu terlemiş, bütün giysileri sırılsıklam olmuştu. Anası, ağası, bacısı ile küçük kardeşi Satı ve emmisi onu büyük bir özlemle karşılayıp sarılıp öpmüşlerdi. Yine duygu seline kapılmış ve kendisini ağlamaktan alıkoyamamıştı. 12 Eylül darbesinin arifesinde yaşadığı bu anı bir daha asla unutamayacaktı. O gece sabaha kadar uyuyamadı…
Birkaç yıl sonra okuduğu kitaplarla birlikte dünyası değişmiş ve şeytanın, cinin olmadığını anlamıştı. Bunu anladıktan sonra köye gittiğinde akranlarıyla gece mezarlığa çıkıyorlar, Alaca’nın yanıp sönen ışıklarını seyrederek sohbet ediyorlardı. O günlerde köylerinde hala elektrik yoktu.