340 likes | 678 Views
POEC 615 İDEOLOJİ VE SÖYLEM. LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Nesrin Dağ 15 Mayıs 2012. LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI. Ernesto Laclau , post-yapısalcı olarak bilinen Arjantin’li bir tarihci ve siyaset bilimcidir.
E N D
POEC 615 İDEOLOJİ VE SÖYLEM LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Nesrin Dağ 15 Mayıs 2012
LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Ernesto Laclau, post-yapısalcı olarak bilinen Arjantin’li bir tarihci ve siyaset bilimcidir. New York State Üniversitesi’nde ve University of Essex’te ideoloji ve söylem, kimlikler, hegemonya ve yeni siyasi hareketler üzerinde çalışan bir kuramcıdır. ‘Politics and Ideology inMarxist Theory, Capitalism, Fascism, Populism’ ve ‘New Reflections on the Revolution of our Time’, vb kitapları vardır.
LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Chantal Mouffe, post-yapısalcı olarak bilinen Belçika’lı bir siyaset kuramcıdır. Londra’da University of Westminster’de siyaset kuramında ‘non-rationalist (akılcı olmayan)’ bakış açısı ile demokrasinin agonistik modelini formüle etmeye çalışmaktadır. Çok kutuplu dünyada Avrupa’nın yeri ve Avrupa’da sağ popülerliğinin yükselişi üzerinde araştırmalar yapmaktadır. ‘Gramsci ve Marksist Teori’ ve ‘Deconstruction and Pragmatism’ gibi kitapların editörü, ‘The Return of the Political’ (1993), ‘The Democratic Paradox’ (2000), ‘On the Political (2005)’ kitaplarının yazarıdır.
LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Hegemonya kavramını işlerken kalkış noktası alacağımız eklemlenme kategorisini analiz ederek işe başlamamız gerekiyor. Bunun için iki adım gerekli: Eklemlenme ilişkisine giren öğeleri özgülleştirmenin olanaklı olduğunu göstermek, ve Bu eklemlenmeyi kapsayan ilişkisel momentin özgüllüğünü belirlemek.
LACLAU ve MOUFFE ve POLİTİK SÖYLEM KURAMI Toplumsal Formasyon ve Üstbelirlenme Üstbelirlenme kavramı simgeselin alanında kurulmuştur ve onun dışında hiçbir anlamı yoktur. Althusser’in toplumsal yapı içinde var olan her şeyin üstbelirlenmiş olduğu önermesinin en derin potansiyel anlamı, toplumsalın kendisini simgesel bir düzen olarak oluşturduğu iddiasıdır. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerin simgesel-yani üstbelirlenmiş- karakteri, bu ilişkilerin, kendilerini içkin bir yasanın zorunlu momentlerine indirgeyecek nihai bir düz anlamlılıktan yoksun olmaları anlamına gelir.
Toplumsal Formasyon ve Üstbelirlenme Biri özlere diğeri görünüşlere ait iki düzlem yoktur, çünkü simgeselin ikinci ve türetilmiş bir anlamlama düzlemi olacağı nihai bir düz anlam saptama olanağı yoktur. Toplum ve toplumsal failler (ajan) özden yoksundurlar ve düzenlilikleri (regularities) sadece, belli bir düzenin kurulmasıyla yan yana giden, görece ve kararsız sabitleştirme biçimlerinden ibarettir. Sorun şu ki, ‘ekonomi’ her toplum tipi için son kertede belirleyici ise, bütün özgül toplum tiplerinden bağımsız olarak tanımlanmalıdır; ekonominin varoluş koşulları da bütün somut toplumsal ilişkilerden ayrı olarak tanımlanmalıdır.
Toplumsal Formasyon ve Üstbelirlenme Ekonomi her toplumu son kertede belirleyebilen bir nesneyse, bu, en azından bu kerteyle ilişkili olarak, üstbelirlenmeyle değil, basit belirlenmeyle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir. Klasik Maksist söylemin belli nesnelerini-üretim ilişkileri, üretici güçler, vb- özgülleştiren ve bu nesneler arasındaki eklemlenmeyi ‘varoluş koşullarını sağlama’ terimleriyle yeniden kavramlaştıran bir toplumsal formasyon anlaşıyla karşılaşıyoruz. Burada, a) bu anlayışın nesneleri özgülleştirme kriterinin meşru olmadığını; b) bunlar arasındaki ilişkiyi karşılıklı olarak ‘varoluş koşullarını sağlama’ terimleriyle kavramlaştırmanın herhangi bir eklemlenme kavramı sağlamadığını gösteriyoruz.
Toplumsal Formasyon ve Üstbelirlenme ‘Varoluş koşullarını sağlama’ denilen bağlantı, öğelerin bir eklemlenmesi olarak anlaşılabilir mi? Nasıl bir eklemlenme ilişkisi anlayışına sahip olunursa olunsun, bunun bir farklılık konumları sistemi içermesi gerekir, bu sistem bir konfigürasyon oluşturduğuna göre, içerdiği öğelerin kimliklerinin ilişkisel karakterde olup olmadığı sorununun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir varoluş koşulu sağlamak, bir nesnenin var olmasının mantıksal bir gereğini yerine getirmektir; fakat bu, iki nesne arasında bir varoluş ilişkisi oluşturmaz.
Eklemlenme ve Söylem Eklemlenme ve Söylem Eklemleyici pratiğin bir sonucu olarak, öğeler arasında kimlikleri değişecek bir ilişki kuran her türlü pratiğe eklemlenme diyeceğiz. Eklemleyici pratikten doğan yapılmış bütüne ise söylem diyeceğiz. Bir söylem içinde eklemlenmiş durumda görünürken ortaya çıkan, farklılık konumlarına da moment diyeceğiz. Bunun tersine, söylemsel olarak eklemlenmemiş farklılıklara öğe diyeceğiz. Bu ayrımların doğru anlaşılması, üç ana tipte özgülleştirme gerektirir: söylemsel formasyonun tutarlılığı (coherence) hakkında, söylemselin boyut ve uzanımları hakkında, söylemsel formasyonun sergilediği açıklık ya da kapanma hakkında.
Eklemlenme ve Söylem Bir söylemsel formasyonun birliği, öğretinin mantıksal tutarlılığında, bir anlam-veren öznede ya da bir deneyimin birliğinde değildir. Her öğenin bir farklılık konumu işgal ettiği eklemlenmiş bir söylemsel bütünde, bütün kimlikler ilişkiseldir ve bütün ilişkilerin zorunlu bir karakteri vardır. Zorunluluk, temeldeki bir anlaşılır ilkeden değil, bir yapısal konumlar sisteminin düzenliliğinden türer. Bu anlamda hiçbir ilişki olumsal ya da dışsal olamaz, çünkü o takdirde öğelerinin kimliği ilişkinin kendisinin dışında özgülleştirilmiş olurdu.
Eklemlenme ve Söylem Analizimiz, söylemsel olan ve olmayan pratikler arasındaki ayrımı reddeder, şunları öne sürer: Her nesne bir söylem nesnesi olarak oluşmuştur. Bir toplumsal pratiğin genellikle dilsel ve davranışsal yanları arasındaki her türlü ayrım, ya yanlış bir ayrımdır ya da farklılaşım olarak yerini söylemsel bütünlükler biçiminde yapılaşmış toplumsal anlam üretimi içinde bulmalıdır.
Eklemlenme ve Söylem Her nesnenin bir söylem nesnesi olarak oluşmuş olmasının, düşüncenin dışında bir dünyanın var olup olmadığıyla ya da realizm/idealizm karşıtlığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bir deprem ya da bir tuğlanın düşmesi, irademden bağımsız olarak burada ve şimdi vuku bulması anlamında, kesinlikle var olan bir olaydır. Ama nesneler olarak özgüllüklerinin ‘doğal fenomenler’ terimleriyle mi yoksa ‘Tanrının gazabının ifadeleri’ terimleriyle mi kurulacağı, söylemsel bir alanın yapılanışına bağlıdır. Bizim reddettiğimiz şey, bu gibi nesnelerin düşüncenin dışında var oldukları değil, her türlü söylemsel ortaya çıkış koşulunun dışında oluşabilecekleri iddiasıdır.
Eklemlenme ve Söylem Bütün söylemsel yapıların maddi karakterde olduğunu ileri süreceğiz. Dilsel ve dilsel-olmayan öğeler sadece yan yana durmayıp, yapılaşmış bir farklılık konumları sistemi –yani bir söylem- oluştururlar. Dolayısıyla farklılık konumları, çok çeşitli maddi öğelerin bir yayılımını içerir. Söylemin maddi karakteri, kurucu bir öznenin deneyiminde ya da bilincinde birleştirilemez; tam tersine, değişik özne konumları bir söylemsel formasyon içinde yayılmış durumdadır.
Eklemlenme ve Söylem Artık eklemlenme kavramını özgülleştirmek için gerekli analiz öğelerine sahibiz. Bütün kimlikler ilişkisel olduğundan ve bütün söylemler kendilerini aşan bir söylemsellik alanı tarafından bozulduğundan, ‘öğeler’den ‘momentler’e geçiş hiçbir zaman tamamlanamaz. Öğelerin statüsü, bir söylem zincirine bütünüyle eklemlenme yeteneği olmayan yüzer-gezer gösterenlerin statüsüdür. Her toplumsal pratik –bir boyutuyla- eklemleyicidir. Toplumsal pratik, kendinden-tanımlı bir bütünün içsel momenti olmadığı için, sadece zaten elde bulunan bir şeyin ifadesi olamaz, bütünüyle tekrarlanma ilkesi altında toparlanamaz; tersine,her zaman yeni farklılıklar kurulmasından oluşur. ‘Toplum’ olanaksız olduğu ölçüde, toplumsal eklemlenmedir.
‘Özne’ kategorisi ‘Özne’ kategorisi ‘Özne’ kategorisini her zaman, bir söylemsel yapı içindeki ‘özne konumları’ anlamında kullanacağız. Dolayısıyla özneler toplumsal ilişkilerin kökeni olamazlar –bir deneyimi olanaklı kılan güçlerle donanmış olma şeklindeki sınırlı anlamda bile- çünkü bütün ‘deneyim’, çok kesin söylemsel olanaklılık koşullarına bağlıdır. Bütün özne konumlarının söylemsel karakterde olmasından, bunlar arasında var olabilecek ilişki tipine ilişkin hiç bir şey çıkmaz. Bütün özne konumları söylemsel konumlar olduklarından, bütün söylemlerin açık karakteri onların da karakteridir; bu yüzden çeşitli konumlar kapalı bir farklılıklar sistemi içinde tümüyle sabitleştirilemez.
‘Özne’ kategorisi Her özne konumu söylemsel bir konumsa, analiz bazı konumların diğerleri tarafından üstbelirlenmesi formlarından vazgeçemez. İki durum: ‘insan’ın satatüsü ve feminizmin ‘öznesi’ İnsan, bir öz statüsünde olsaydı, ‘insan varlıkları’nın diğer karakteristiklerine göre tuttuğu yer soyuttan somuta ilerleyen mantıksal bir skala üzerinde yazılı olurdu. Ama eğer ‘İnsan’ söylemsel olarak kurulmuş bir özne konumuysa, varsayılmış soyut karakteri onun diğer özne konumlarıyla eklemlenmesinin biçimini hiç bir şekilde öngörmez.
‘Özne’ kategorisi Örneğin; sömürge ülkelerde ‘insan hakları’ ile ‘Avrupalı değerler’ arasındaki eşdeğerliğin, emperyalist egemenliğin kabul edilebilirliğini söylemsel olarak kurmanın sık karşılaşılan ve etkili bir biçimi olduğu bilinir. Feminizmin öznesi üzerine de benzer şeyler söylenebilir: Kadınların ezilmesi mekanizmasının varlığı bir kez reddedildiğinde, feminist politikaların önünde engin bir faaliyet alanı açılmaktadır. Bu yapıldığında, hukuk düzeyinde olsun, aile, toplumsal politika ya da ‘kadınsı’ kategorisinin sürekli üretildiği çok yönlü kültürel biçimler düzeyinde olsun, her türlü baskıcı cinsel farklılık kurma biçimine karşı verilecek mücadelelerin önemi görülebilmektedir.
‘Özne’ kategorisi Dolayısıyla burda da, özne konumlarının yayılımı alanında bulunuyoruz. Ne kadar çeşitli ve heterojen olursa olsunlar, cinsel farklılıkların her yapılanışı kadını erkeğe tabi bir kutup olarak kurmaktadır. Bu nedenle bir cinsiyet/sınıflama sisteminden söz etmek olanıklıdır. Kadın cinsi bir özgül karakteristikleri olan bir kadın sınıflamasını çağrıştırmaya başladığında bu ‘imgesel anlamlama’ çeşitli toplumsal pratiklerde somut etkiler üretecektir. Özne kategorisinin özgüllüğü, ‘özne konumları’nın yayılımını mutlaklaştırmak yoluyla ya da bunların bir ‘aşkın özne’ çevresinde mutlakçı bir tutumla birleştirilmesi sayesinde saptanamaz.
‘Özne’ kategorisi Üstbelirlenmenin bütün söylemsel kimliklere verdiği aynı muğlak, tam-olmayan ve çokanlamlı karakter özne kategorisine de nüfuz eder. Özne konumlarının hiçbiri kendini ayrıbir konum olarak pekiştirmeyi nihai olarak başaramayacağına göre, bunlar arasında olanaksız bir bütünlük anlayışını yeniden işin içine sokan bir üstbelirlenme oyunu vardır. Hegemonik eklemlenmeyi olanaklı kılan oyundur bu.
Antagonizma ve nesnellik Antagonizma ve nesnellik Toplumda antagonizmaların nasıl ve neden ortaya çıktığı üzerine birçok açıklama yapılmıştır. Bunlar, antagonizmaların betimlenmesi ve ortaya çıkış nedenleri üzerinde yoğunlaşır. Sorunun özü, yani antagonist bir ilişkinin ne olduğu, nesneler arasında ne tipte bir ilişki varsaydığı üzerine yapılmış çalışma azdır. Bunlardan biri Lucio Coletti’nin analizidir: 1) Zıtlık (karşıtlık) ilkesi: ‘‘A – B’’ formülüne uyar: Terimlerden her birinin, diğeriyle ilişkisinden bağımsız, kendi pozitifliği vardır. 2) Çelişki kategorisi: ‘‘A – A değil’’ formülüne uyar: Terimlerin birbiriyle ilişkisi, her iki terimin gerçekliğinin tümünü kapsar.
Antagonizma ve nesnellik Çelişki önermeler alanında yer alır; çelişme ancak mantıksal-kavramsal bir düzeyde olanaklıdır. Bunun tersine karşıtlık, gerçek nesneler zemininde bulunur; zira hiçbir gerçek nesne kimliğini başka bir nesneye karşıt oluşu ile tamamlamaz, bu karşıtlıktan bağımsız, kendisine ait bir gerçekliği vardır. Coletti’nin amacı, antagonizmaları gerçek karşıtlıklar olarak yeniden yorumlamaktır. Antagonizmanın gerçek bir karşıtlık olamayacağı açıktır. İki arabanın çarpışmasında antagonist hiçbir şey yoktur: Pozitif fiziksel yasalara itaat eden, maddi bir olgudur bu.
Antagonizma ve nesnellik Aynı ilkeyi toplumsal alana uygulamak, sınıf mücadelesinde antagonist olan şeyin, bir polisin militan bir işçiye vurması şeklindeki fiziksel hareket olduğunu ya da parlamentodaki bir grubun karşı kesimden bir üyenin konuşmasını engelleyen bağrışları olduğunu söylemeye denk düşerdi. Hepimiz karşılıklı çelişkili birtakım inanç sistemlerine katılırız, ama bu çelişkilerden antagonizma doğmaz. Dolayısıyla çelişkinin antagonist bir ilişki ima etmesi zorunlu değildir. Kesin bir ifadeyle söylersek, antagonizmalar toplumun içinde değil dışındadırlar ya da daha doğrusu, toplumun sınırlarını, onun kendisini tam olarak oluşturmasının olanaksızlığını oluştururlar.
Eşdeğerlik ve farklılık Eşdeğerlik ve farklılık Eşdeğerlik ilişkisi üzerine bir örnek verelim: Sömürge bir ülkede egemen gücün varlığı günlük yaşamda çeşitli içeriklerde ortaya konmaktadır: Giysi, dil, deri rengi, görenek farklılıkları. Bu içeriklerin her biri, sömürge halkını karakterize eden içeriklerden farklı olması bakımından diğerlerine eşdeğer olduğundan, farklılıksal moment olma koşulunu yitirip yüzer-gezer bir öğe karakterini kazanır. Eşdeğerlik böylece, birincisinin yanında asalak da olsa onu bozan ikinci bir anlam yaratır: Farklılıklar hepsinin temelinde yatan özdeş bir şeyi ifade etmek için kullanıldıkları ölçüde, farklılıklar birbirini götürür (iptal eder). Sorun, eşdeğerliğin değişik terimlerinde var olan bu ‘özdeş bir şey’in içeriğini belirlemektir.
Eşdeğerlik ve farklılık Bir nesnenin bütün farklılıksal özellikleri eşdeğer duruma gelmişse, o nesneye ilişkin pozitif herhangi bir şey söylemek olanaksızdır. Yani: eşdeğerlik yoluyla, nesnenin ne olmadığı ifade edilmektedir. Sömürgeleştirilen ile sömürgeci arasındaki ilişki, pozitifliği bütünüyle ortadan kaldırır: Sömürgeci söylemsel olarak, anti-sömürgeleştirilen diye kurulur. Başka bir deyişle, kimlik tamamen negatif duruma gelmiştir. Negatif bir kimlik pozitif olarak ortaya konamayacağı için, ancak dolaylı olarak, farklılık momentleri arasındaki bir eşdeğerlik yoluyla ortaya konur. Bütün eşdeğerlik ilişkilerine nüfuz eden muğlaklığın kaynağı budur: Eşdeğer olmak için iki terimin farklı olması gerekir, aksi halde basit bir özdeşlik söz konusu olurdu.
Eşdeğerlik ve farklılık Belli söylemsel biçimler eşdeğerlik yoluyla nesnenin pozitifliğini bütünüyle iptal ederler ve negatifliğin kendisine gerçek bir varoluş kazandırırlar. Toplumsal, içine negatiflik –yani antagonizma- girdiğinden, saydamlık statüsüne erişemez ve kimliklerinin nesnelliği sürekli bozulur. Buradan itibaren, nesnellikle negatiflik arasındaki olanaksız ilişki toplumsalın kurucusu durumuna gelmiştir. Bununla birlikte ilişkinin olanaksızlığı devam eder. Negatiflik ve nesnellik sadece birbirlerini karşılıklı bozmaları yoluyla var oluyorlarsa, bunun anlamı, tam eşdeğerliğin koşullarının da tam nesnel farklılığın koşullarının da hiçbir zaman bütünüyle sağlanamayacak olmasıdır. Tam eşdeğerliğin koşulu, söylemsel alanın bütünüyle iki kampa bölünmesidir. Antagonizma üçüncü durum kabul etmez.
Eşdeğerlik ve farklılık Toplum tamamen olanaklı değilse de tamamen olanaksız da değildir. Toplumsal içinde, birçoğu birbiriyle karşıtlık halinde olan çeşitli antagonizma olanakları vardır. Burada önemli olan nokta, eşdeğerlik zincirlerinin hangi antagonizmayı içerdiklerine göre kökten değişecek olmaları ve bunların, çelişkili bir biçimde, öznenin kendisine nüfuz edip onun kimliğini etkileyebilmeleridir. Yani; toplumsal ilişkiler ne kadar istikrarsızsa, farklılık sistemleri o kadar başarısız olacak ve antagonizma noktaları o kadar çoğalacaktır.
Hegemonya Hegemonya Hegemonyanın ortaya çıktığı genel alan eklemleyici pratikler alanıdır, yani ‘öğeler’in ‘momentler’ halinde billurlaşmadığı bir alandır. Hegemonya ancak eklemleyici pratiklerin egemen olduğu bir alanda yer bulabilir. Eklemleyen özne kimdir? Lenin’den Gramsci’ye kadar hegemonik bir gücün nihai çekirdeğinin bir temel sınıftan ibaret olduğu ileri sürülür. Fakat burada biz içsellik/dışsallık alternatifiyle karşı karşıyayız ve eşit ölçüde özcü iki çözümle karşılaşıyoruz. Bütün eklemlenme pratiklerinde olduğu gibi, hegemonik öznenin de eklemlediği şeyin kısmen dışında olması gerekir –aksi halde hiçbir eklemlenme olmazdı.
Hegemonya Eklemleyici pratiğin gerektirdiği dışsallık, genel söylemsellik alanına yerleştirildiği takdirde, iki tam oluşmuş farklılıklar sistemine tekabül eden bir şey olmaz. Dolayısıyla bu dışsallığın, belli söylemsel formasyonlar içine yerleşmiş özne konumları ile hiçbir kesin söylemsel eklemlenmesi olmayan ‘öğeler’ arasında var olan dışsallık olması gerekir. Eklemlenmeyi toplumsalın anlamını örgütlü bir farklılıklar sistemi içinde olanaklı kılan, bu muğlaklıktır. Her antagonizma hegemonik paratikleri varsaymaz.
Hegemonya Hegemonik bir eklemlenmenin iki koşulu, antagonist güçlerin varlığı ve bunları ayıran karasızlığıdır. Bir pratiği hegemonik diye tanımlayabilmemizi sağlayan zemini oluşturan şey sadece, geniş bir gezici öğeler alanının varlığı ve bu öğelerin karşıt kamplara eklemlenmelerinin olanaklı olmasıdır. Eşdeğerlik ve sınırlar olmadan, hegemonyadan tam olarak söz etmek olanaksızdır. Her ‘toplum’, kendi kendisini bölerek, yani onu bozan her türlü anlam fazlalığını kendi dışına atarak, kendi rasyonellik ve anlaşılabilirlik biçimlerini oluşturur.
Hegemonya Hegemonya toplumsalın bir topografyası içindeki belirlenebilir bir yer değil, bütünüyle bir politik ilişki tipi, bir bakıma, politikanın bir biçimidir. Verili bir toplumsal formasyonda çeşitli hegemonik düğüm noktaları bulunabilir. Elbette bunların bazıları çok fazla üstbelirlenlenmiş olabilirler: Birçok toplumsal ilişkinin yoğunlaşma noktasını oluşturabilirler. Fakat toplumsalın bir merkezi olduğu şeklindeki basit fikrin hiçbir anlamı yoktur.
Hegemonya Hiçbir toplumsal kimliğin asla tam olarak kazanılmadığı sonucuna varıyoruz. Bu olgu, eklemleyici-hegemonik momentin ne ölçüde merkezi olduğunu tam olarak göstermektedir. Hiçbir hegemonik mantık toplumsalın tamamını açıklayamaz ve onun merkezini oluşturamaz, çünkü o takdirde yeni bir dikiş üretilmiş ve hegemonya kavramınınkendisi ortadan kalkmış olurdu. Dolayısıyla, toplumsalın açıklığı her hegemonik pratiğin ön koşuludur.
Hegemonya Toplumsalın alanına negatiflik olgusunu sokanın eşdeğerlik mantığı olduğunu biliyoruz. Bu, bir formasyonun kendisini anlamlandırmayı (yani kendisini olduğu haliyle oluşturmayı) ancak sınırlılıkları (limits) sınırlara (frontiers) dönüştürerek, kendi ötesindeki şeyi kendisinin olmadığı şey olarak kuran bir eşdeğerlikler zinciri oluşturarak başarabileceği anlamına gelir. Bir formasyon kendisini ancak negatiflik, bölünme ve antagonizma yoluyla bütünleştirici bir ufuk olarak oluşturabilir.