250 likes | 1.07k Views
SABIR. Hüsna ipek ydö1 12070200 Konu: güzel ve çirkin huylar 58.madde. Acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeksizin karşı koymaktır. Bunun karşıtı sabırsızlık (ceze')'dir. Sabrın Sonu Selamettir.
E N D
SABIR Hüsna ipek ydö1 12070200 Konu: güzel ve çirkin huylar 58.madde
Acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeksizin karşıkoymaktır. Bunun karşıtı sabırsızlık (ceze')'dir.
Sabrın Sonu Selamettir Sabnn sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır; fakat sonucu tatlıdır.Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Ancak, dine uymayan şeyler hakkında sabır caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise mücadele yapılması gerekir.Savulması mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir acziyet ve miskinliktir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır. "Allah'ım! Ben acziyetten ve tenbellikten sana sığınırım."
“Sabır ve şükür, imanın iki yarısıdır.” İmanın hayat içindeki görünümü darlık zamanında sabır bolluk zamanında ise şükürdür.
SABR-I CEMİL Güzel sabırda mümin için sayısız hayırlar vardır. O hayırlardan bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de zikredilir. Mesela sabır “felaha ermenin şartı”dır (Âl-i İmran, 200). “Mağfiret, rahmet ve hidayet”e vesiledir (Bakara, 157). Sabredenlere “hesapsız mükafat” vaat edilmiştir (Zümer, 10). Ve Bakara suresinin 153. ayetinde buyurulduğu gibi “Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Öyle olduğu içindir ki sabır, Cenab-ı Hakk’ın yardımını celp eder. Zaferler ancak O’nun yardımıyla kazanılabildiği için de “Sabrın sonu zaferdir.” yahut “Sabrın sonu selamettir.” denilmiştir.
Musibetlere sabır Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bizleri “biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğini” (Bakara, 155) haber veriyor. Bu ilahî kanun her an her yerde, afetler, kazalar, ölümler, hastalıklar, işlerin bozulması gibi musibetlerle hükmünü yürütüyor. Böyle durumlarda bağırıp çağırarak şikayetten, kendimizi kaybedecek kadar sarsılmaktan, ümitsizlikten kaçınmamız, sabr-ı cemil ile dayanmamız isteniyor bizden. Musibetler karşısındaki güzel sabır, vurgunun hissedildiği ilk andaki sabırdır. Daha sonra zaten çaresizlikle ve alışmak suretiyle sergilediğimiz sükûnet hali övülen bir sabır değildir.
İbadet ve taatte sabır Allah’a kulluk etmekle, bu kulluğun ve bize verilen nimetlere şükrün gereği olarak birtakım ibadetleri, belirli vazifeleri yapmakla mükellefiz. Taat ve ibadetteki süreklilik ile bunların erkânına riayet sabır gerektirir. Halbuki nefsin tabiatında Allah’a kulluğumuzu unutturan benlik vardır, ibadetler karşısında tembelliği ve rahatlığı tercih vardır. Mesela insanı ya namazdan uzaklaştırır ya da namazı aceleyle, zorlanarak, adeta bir engeli bir an evvel “aradan çıkarmak” duygusuyla kıldırır. Nefs, hazza odaklıdır; açlığa ve susuzluğa, kalbi haz veren kötülüklerden koruyup oruç tutmaya yanaşmaz. Nefsin tabiatında cimrilik vardır; zekât vermemek, tasadduk etmemek, hacca gitmemek, cihattan kaçmak için bin türlü bahane üretir. Farz olan ilimleri öğrenmek ve öğrendikleriyle amel etmek, rızkını çalışarak helalinden aramak işine gelmez.
Taşın Öğrettiği Sabır Büyük Şafiî fakihi İbn Hacer el-Heytemî’nin asıl adı Ahmed b. Muhammed’dir. Onun “taşın oğlu” anlamına gelen “İbn Hacer” lakabıyla anılması bazı kaynaklarda şöyle bir olaya dayandırılır: Rivayete göre çok küçük yaşlarda iken ilim tahsiline başlayan İbn Hacer, dersleri anlamakta güçlük çekmekte, arkadaşlarından geri kalmaktadır. Bu durum onun öğrenme arzusunu giderek köreltir, kafasının kalın olduğuna hükmederek tarla işleriyle uğraşmak üzere köyüne dönmeye karar verir.
Sıcak bir yaz günü yola koyulmuştur. İyice yorulduğu bir demde karşısına çıkan bir mağaranın serinliğinde dinlenmek ister. Sığındığı mağaranın tavanında belli belirsiz bir su sızmakta, bu sızıntı çıktığı noktada birikip dakikalar sonra artık tutunamayacak kadar büyüdüğünde küçük bir damla olarak yerdeki taşın üzerine düşmektedir. İbn Hacer’in gözü damlanın düştüğü taşa takılır. Taş oyulmuştur. Oysa taş sert, su damlası ipek kadar yumuşaktır. Buna rağmen bu zayıf gibi görünen damla kim bilir kaç senedir sürdürdüğü ısrarla, sebatla bu kadar sert bir taşı delmiştir. İbn Hacer kendi kendine “Benim kafam şu taştan daha sert değil ya!” der; “Üstelik ben şu bir damla sudan daha güçlüyüm”. Döner, ilim tahsiline sabırla devam edip yılmadan çalışarak büyük bir alim olur. Ve o gün bugün, onu hal dili ile ilme yönlendirenin bir taş olması sebebiyle İbn Hacer diye anılır.
SABRIN SONU SELAMETTİR BİR HİKAYE Kayser Hoca’dan bir dost meclisinde hac hatıraları dinlerken ibretli bulduğum bir olayı sizlere de arzetmek istedim. Söz, sahasında hacca gitme rekoru kıran hocamızın: – Şeytanı taşladık, tuttuğumuz özel otobüsümüze hacıları bindiriyorum. Dışarıda kimsenin kalmadığını anlayınca en son ben biniyorum. Bir de bakıyorum ki, otobüste bir kavga var. Meğer hacının biri yanındaki koltuğu boş tutmuş, buraya bizim için yorulmuş olan hocamız oturacak, demiş. Hiç tanımadığımız bir başka otobüsün hacısı da gelip: – Ben Hoca filan tanımam, özel otobüs ise hiç tanımam. Burada da mı özel otobüs, özel koltuk? Burası Allah’ın ülkesi!. diyerek koltuğa oturmuş. İtiraz edilince de yanındaki hacının ağzına, gözüne yumruğunu insafsızca indirmiş. Bir de baktım ki, bizim hacının yüzü kan revan içinde. Beni istilâ eden öfke ve hiddetimin tesirinden Allah’a sığınarak bizim hacıyı teskin ettim, meçhul hacı ise bu defa yumruğunu bana göstererek:
– Mütevazı rolü oynama bana, cesaretin varsa ben hazırım! diyor, nerdeyse koltuktan kalkıp üzerime atılmaya niyetleniyordu.Hacıların sabırlı olmaları konusundaki âyetleri hatırladım, hadisleri düşündüm. Mekke’ye gelinceye kadar Rabbi’me sığınarak ayakta bekledim. Harem-i Şerif’in yakınında otobüsten inerken kendimi toparlayıp, hâdisenin şokundan birazcık olsun kurtuldum, tavafa giden mütecâviz hacıya dedim ki:– Bak, şimdi Harem’e girecek, Allah’ın evinin etrafında tavaf yapacağız. Gel ağzını, burnunu kan içinde bıraktığın hacıyla helallaş, küs gitme. Burası küs gidilecek yer değil.
Ne mümkün. Hacı, ilk andaki hiddet ve şiddetiyle yine ağıza alınmayacak sözler sarfederek Harem-i Şerif’e doğru yürüdü.Öylesine bir hisse kapıldım ki, ister istemez içimden şu düşünceler geçiyordu:– Sırtımda şu ihram, karşımda şu Beytullah olmasaydı, ben sana gösterirdim kimin barışması gerektiğini. Ama burası öyle yer değil, hacıyı ikaz eden âyetler, hadisler elimi kolumu bağlıyor.Ben böyle nefsimle mücadele ederken bir de baktım ki, hacı durakladı. Sanki ayakları yere mıhlanmış gibiydi. Sonra geri döndü, bana doğru düşünceli adımlarla gelmeye başladı. Yaklaşınca baktım, çok değişmişti. İlk sözü şu oldu:
– Barışmaya karar verdim, bir şartla!– Neymiş o şart, söyle bakayım?– Hayır, söylemem!– Söylemediğin şartını nasıl kabul edeyim. Ya yerine getiremeyeceğim bir şart ise?– Hayır, yerine getirirsin, gücün yeter.– Peki öyle ise şartını kabul ediyorum.– Müsaade et, şu mübarek ayaklarından bir öpeyim!
Birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra:– Ne münasebet, ben ayakları öpülecek kimse değilim, dedim.O, ısrar etti:– Hayır, hayır! Sen ayakları öpülecek hocasın. Ben de ayağını öpecek hacı! Senin bu sabrın, bu nefsini yenişin gösteriyor ki, sen ayakları öpülecek insansın. Benim de şu haksızlığım, şu mütecavizliğim gösteriyor ki, ben haksızlık ettiği kimselerin ayaklarına yüzünü sürecek kimseyim. Benim lâyık olduğum da budur! Lütfen sözünde dur ayaklarını öpmeme müsaade et.
Yaptıklarına derin pişmanlık duyan hacıyı, ayak öpmek üzere yere diz çöktüğü sırada tutup ayağa kaldıran Kayser Hoca, O’nu şefkatle kucaklar, hep birlikte barışırlar, Beytullah’ı tavafa küs olmadan, gönüllerini birleştirmiş olarak giderler.
Hz. Eyyüb'ün Sabrı Allahü Teâlâ'nın has kulu Eyyûb aleyhisselâm, îshak aleyhisselâmın oğlu lys'in oğullarından olup Yûsuf aleyhisselâm ile çağdaş bulunuyordu. Geniş serveti, arazisi, sürüleri ve çok evlâdı vardı. Allahü Teâlâ'nın bu nimetlerine karşı şükrünü tam ifa eder, gece ve gündüzünü ibadetle geçirirdi. Fakat onun bu ibâdet ve tâatlerini hazmedemeyen Şeytan, kendisine mal ve evlâd acısı, azabda elem, meşakkat ve bedende zahmet ile dokunmuştu. Bütün bunlara karşı senelerce gösterdiği büyük sabrın nihayetinde Rabbına şöyle nida etti: — Ey Rabbim, benim halim şu. Zahmet ve acı ile bana Şeytan dokundu, vesveseye yol buldu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin
Allahü Teâlâ da cevaben şöyle buyurdu: — Depren ayağınla, işte —yani deprenince bir kaynak zuhur etti— sana bir yıkanacak su, serin ve içecek. Yıkan ve iç, için dışın iyileşsin, yorgunluğun dinlensin, yüreğin soğusun
Ne kadar dikkate şayan bir noktadır ki, Allahü Teâlâ, Eyyûb aleyhissclâmın duasına cevap olan kurtuluş mucizesini verirken bile evvelâ ona böyle bir hareket emretmiştir. Burada bir emir Hz. Eyyûb'a söylendiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye olunarak Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm'a hitaben bir itirazı cümle imiş gibi bir imâ da yapılmıştır. Ayak vurmak, ayakla deprenmek, mengilemek, olduğu yerde tepinmeye, çabalamaya veya sefer veya hicret veya gaza etmeye, yani cihadın mümkün olabilen her kısmına uygun olabileceğine göre bu imâ, kıssanın hisse noktalarından birini teşkil eder. Eyyûb aleyhisselâmın deprendiği bu arzın Gabiye olduğu naklolunmuştur.
Allahü Teâlâ, Eyyûb aleyhisselâma bu hareket emrinden sonra şöyle buyurdu: • — Elinle bir demet tut da vur onunla ve yemininde durmamazlık etme
Hz. Eyyûb hastalığı sırasında bir hâdise dolayısiyle zevcesine yüz deynek vurmaya yemin etmişti. Bu suretle bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş ve had ile yeminlerde bu; «Eyyûb ruhsatı» nâmiyle baki kalmıştır. Allahü Teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmı çok sabırlı bularak onun güzel kulluğunu methetmiş, ona bütün ehlini yani evlâd, servet ve sıhhatini, beraberlerinde daha bir mislini rahmet olarak hem de temiz akıllılar için bir ibret dersi; ibâdet edenler için bir hatıra olarak bahsetmiştir.