160 likes | 393 Views
ESKİ YAZ TATİLİ KAMPLARI (sadece Türkiye’ye özgü). fonda çalan: gel benimle o zamanlarki tıp fakültesi öğencisi erol güntekin. 1960’larda - 1970’lerde, yaz tatillerine gidilen resmi kurum kamplarını bilir misiniz?.
E N D
ESKİ YAZ TATİLİ KAMPLARI (sadece Türkiye’ye özgü) fonda çalan: gel benimle o zamanlarki tıp fakültesi öğencisi erol güntekin
1960’larda - 1970’lerde, yaz tatillerine gidilen resmi kurum kamplarını bilir misiniz?
Kimi Erdek'te, kimi Tuzla'da, kimi Cevizli'de, kimi Antalya'da, kimi Yalova'da, kimi Akçakoca'da - kimi PTT'nin, kimi Ormancılar'ın, kimi MKE'in, kimi Askeriye'nin, kimi Demiryolcular'ın… Yazın iki hafta civarında kalınan, kimi küçücük odalı, kimi ortadan direkli çadırlı, çocukluktan gençliğe geçişte unutulmaz anıları olan, orta halli memur ailelerin senenin 351 günü iple çektikleri kampları; aradan 351 asır geçmişken, o günkü gibi özlemle hatırlar mısınız? ** ** ** Yıllar önce çıkan ilk "Düş Hekimi" kitabımda, "Mahalle" isimli bir yazı vardı: "Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede, mahalleler varmış…" satırlarıyla anlatmaya başlardı, bu ülkenin çok güzel bir döneminin mahallelerinin masalını (http://www.ergir.com/mahalle.htm) Bu yazı da aynı heyecanla: "Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede, yaz tatillerinde gidilen kamplar varmış…" diye başlamalı ve "… o mahallelerin çocukları genellikle o kamplara giderlermiş…" diye devam etmeli - "ne yazarsam yazayım eksik kalacak" bu masal.
O mahallelerin çocukları okullar kapandığında uzun - çok uzun bir yaz tatiline girerlermiş. 3 ay geçivermez, duvarların üstünde, taştan kale direkleri arasında sahici dostlarla sanki 3 yıl sürermiş. Derken (muhteşem) kampa gitme vakti gelirmiş. Kamplar genellikle 2 haftalık dönemler halindeymiş. Çok azının otomobili olduğundan aileler ya Füze amblemli, havalı Apollo servis Magirus otobüslerle, ya da yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan, 100 km sürat yapabilen 0302 Mercedes otobüslerle kamp yollarına düşerlermiş. Kimi zaman otobüsü "daire"de çalışanlar ayarlar - bir gece yarısı iş arkadaşı babalar, analar, çocuklarıyla otobüsün kalkacağı noktada buluşurlarmış. O buluşmada çocuklar birbirini kesermiş; geçen seneki kamptan bir çocuk var mı, (kendi açımdan) güzel bir kız var mı? diye iki arada gelenlere bakılırmış. VE KAMPA VARILIRMIŞ. Kamp ya küçücük, buzdolapsız, hamam gibi sıcak, sineklerin uçuştuğu yan yana odalardan, ya da yan yana dikilmiş, germe iplerine habire takılıp düşülen, içinde demir somyalar olan, beyaz çadırlardan oluşurmuş. Daha bavullar açılırken, mayolu bemmmbeyaz çocuklar dolanmaya başlarmış ortalarda. O çocuklar akşam yemeğine ciğer gibi gelirlermiş, kiminin güneş yanığından el değmeyen vücutlarına, abuk bir bilgiçlikle yoğurt, kola, ya da diş macunu sürülürmüş.
Gençler hemen bir araya gelmeye başlarlarmış: - Senin adın ne? - Zeynep - Ankara'dan mısın? - Evet?? - Bu akşam yemekten sonra iskelede buluşuyoruz… Yemek saati geldi mi, kampana çalarmış. Metal bölmeli tepsilerde yemek yerken o ilk akşam herkes ailesinin yanında oturur, ama bir yandan bardağa su koyarken kuş gibi öten sürahilerle su koyarlarken, bir yandan da pür dikkat öteki masadaki çocukları kesermiş. Ve zindan gibi karanlık iskeleye gidilirmiş. Mutlaka pili az sonra bitecek bir teypten müzik dinlenir, mutlaka "artık büyümüş"ler sigara tüttürür, "hayatta daha sonra bu kadar keyif verecek az sohbetin olacağı" o sohbet başlarmış. Tabii genellikle yaşıt kızlar, erkeklerden daha uzun boylu olurlarmış. Kimi zaman bazı anneler, üzerlerine bir hırka, bir şal atmış arkadaşlarıyla iskeleye teftişe gelirler, sigaralar saklanır, feci masum bakışlarla karşılanırlarmış. Kimisi yatıp bir daha göremeyeceği kadar çok yıldıza bakıp hayaller kurarmış. Dalga sesleri arasında gökyüzünde uydu değil, yıldız kayarken o iskeledeki birisiyle ilgili bir dilek tutarmış.
Kampın adı farklı olsa da genellikle hep benzer dünyalar kurulurmuş, Şekerciler'in, Yapılar'ın, Petrolcüler'in, DLH'nın, Karayolları'nın yaz kamplarında. Bütün ailelerin dip dibe yattığı sivrisinekli odalardan gece boyu, Tokyo Ginza terliklerin duvarlardaki şaklama sesleri gelirmiş. Bu seslere arada güneş yanığı nedeniyle inleme sesi eklenirmiş. ** ** ** Sabah kahvaltısından sonra deniz faslı başlarmış. Denize giderken yolda gördüklerine: - Bugün deniz nasıl?? diye soran hanımların çiçekli boneleri, kuruması imkansız mayoları, o surattan daha büyük Japon gibi çekik gözlükleri, hasır şapkaları, kirazlı şapkaları, kendilerine ve çocuklarına yuvarlak mavi teneke kutusundan Nivea krem sürüşleri unutulmazmış. Çocuklar denize girdiklerinde dişleri zangırdasa da daha sonra parmak uçları buruş buruş oluncaya kadar denizden çıkmazlarmış. Arada kağıt helvacı, hatta seyyar dondurmacı dolaşırken; daha küçük çocuklar kovalarıyla kumda oynar, kaleler, altından deniz geçen köprüler yapar, deniz minaresi arar - gençler ise 20 - 30 metre ötedeki yüzülerek gidilen salda toplanırlarmış. O salda: balıklama atlayanlar, burnunu kapatıp çivileme dalanlar, yatanlar, ayakta konuşanlar - adım atacak yer bulunmazmış. Denize itiş-kakış'a, altı hokkaya daha bir iki gün varmış.
Sal ile sahil arasında simsiyah bir şambrelin içinde yüzmeye çalışanlara rastlanırmış. O zaman bazı çocuklarda şnorkel, hatta Marmara palet bile varmış. Bu şnorkellerin ucunda, dalarken tıkayıp su kaçmasın diye pinpon topları olurmuş. Tuzlu suya alışık olmayan çoğu Ankaralı, iki hafta boyunca kan çanağı gibi gözlerle dolaşırmış. Öğle yemeği kampanası çalmadan önce ip gibi akan sularda, mavi Blendax şampuanlarla duşlar alınırmış, çadırda kalanlar arasında, harpten çıkmış gibi aynada tıraş olan babalar varmış. Öğle yemeğinden sonra bazı kamplarda çocuklar için uyku zili varmış. Bu arada çoğu hanımı da bigudileriyle temiz bir "güzellik uykusu" beklermiş. Bu uyku sonrasında, yemekhanede rölanslı konken onları beklermiş. Tabii bu konken büyük bir ciddiyetle oynanırken, civar masalardan da şakır şakır tavla sesleri gelirmiş. İşte o sırada her boydan genç, denizin ortasındaki salda buluşurmuş. O "artık büyümüş"ler bir elleri havada yüzerek, hiç su değdirmeden sigaralarını sala getirirlermiş. Müzikten spora, bütün dünya sanki o saldaymış. Ama bazıları da çok tıfılmış; fıkralara, vampir hikayelerine karıştırılmaz, derisi pul pul soyulmuş sırtlarıyla ağabeylere, ablalara marsık gibi bakarlarmış. Bazen gençlerden birisi, "ağarsın" diye bluciniyle denize girip, sala öyle gelirmiş. Daha sonra bir kavgaya karışacak, babasından kaçırdığı Anadol'u çarpacak o sivri zekalının adı bazen Oktay'mış.
Arada çok komik arkadaşlar da - o an küsen, ömrü küsmekle geçecek arkadaşlar da varmış. Sessiz Film oynamak "Olmazsa Olmaz"lardanmış. Tabii ki "Erguvani İstimbot", "Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi" orada tutulan film isimlerinden bazılarıymış. Gidip büyüklere film ismi de sorulurmuş. İkindi vakti voleybol saati gelirmiş. Önceleri kızlı erkekli, büyüklü küçüklü kamp içi voleybol maçları, "Küt Servis Atma", "Çivi Çakma"larla devam ederken, daha sonra kamplar arası maçlar alınırmış. Uzaydan yaratıklar gelse, başka kamptan maça gelenlerden daha dünyalıymış. O maçlarda mutlaka kavga çıkar, bizim takımdan çok havalı badi birisi oracıkta sopa yer - sonra barışılır, maça devam edilir, hatta akşama o kampın diskosuna davet edilirmiş. O akşam öteki kampın diskosuna gitme heyecanı sarmışken gençleri ve kimisi anne babasından izin alamamışken, babaların bazıları kantinciden bir akşam öncesinden kalmış, seviyesi kalemle işaretli, üzerlerinde adları yazan rakılarını isterlermiş. Tabii kampa o gün gelmiş seyyar karpuzcudan karpuz alınmışsa, o da kesilirmiş. Kapkaranlık bir yoldan öteki kampa yürünürmüş. O yürüyüş de korkanları "yılan geliyor" diye korkutmak da muhteşemmiş. Bu karanlıkta yürüyüş bazen dondurmacıya, bazen de sinemaya olabilirmiş. Öteki kampta aslında diskoya gidilecekken, kampa orkestranın geldiği de görülürmüş. O orkestra ertesi gün de kendi kamplarına gelirmiş.
Önce orkestra ses kontrolü yaparmış: • - Eko; eko, A, A, çık çık çık çık, Eko, Eko, bir kiiii, A-a-a-a … • Bazen orkestrada Farfisa org bile olurmuş. Mutlaka meraklı çocuklar da etraflarında olurmuş. • Orkestra çalarken, kenara çekilmiş masalardan ufaklıklar piste fırlar, kimi boğuşur, kimi kız kıza, erkek erkeğe dans eder, kimi düşer ağlarmış. • Derken gençler alırmış pistte yerlerini. Önce kol bacak kafa bir tarafa uçacak gibi hızlı danslar, • arada hep birlikte: • Bateri sooolo, bateri sooolo… diye tempo tutmalar, feci aşka gelen bir baterist - • derken iple çekilen slow şarkılar ve danslar başlarmış. • Hele anne babalar da gittiyse, • iki el belde, iki el ensede - o romantik danslar ömür boyu sürse doyulmazmış. • Sonra yine iskele, ya da o karanlık çardak; • artık ikişer üçer ayrı gruplar halinde oturmalar, • yine adım atılmaz oda, • yine duvarda şaklayan, lastiği deliğinden çıkmış Tokyo Ginza… • Tabii, ortadan direkli çadırda kalınıyorsa, üstüne bir de yağmur yağıyorsa, • gece boyu şıp şıp damlalarla boğuşulur, çok sert bir rüzgarda çadırın uçtuğu bile olurmuş. Umumi tuvalete gitmek için kalkıldığında bazen içeride kurbağa bulunurmuş. Böyle çadırlı kamplarda banyo günü de olurmuş.
Günler geçerken, anonslar duyulurmuş kampın hoparlöründen; kimi zaman bir şehirlerarası telefon konuşması sırasının gelme ya da aranma haberi, kimi zaman o akşam perdesiyle, makinesiyle kampa gelecek seyyar sinema duyurusu, ya da düzenlenecek güzellik yarışmasının haberi. Ve o akşamki güzelim güzellik yarışması ve birinci seçilen güzelin, ertesi gün saldaki havası. Yarışmalar hiç güzellikle kalabilir miymiş? Hiç yüzme yarışmasız kamp olabilir miymiş? Her kampın birinci olduktan sonra etrafa: "Babasının 3 yaşındayken kendisini nasıl Boğaz'a attığını, nasıl çırpınıp, nasıl o günden beri yüzdüğünü" anlatan bir Ender Abi'si olmaz mıymış? Kampın bir de tansiyon aletli doktoru olmaz mıymış; odası tentürdiyot kokmaz mıymış? Kimi talihli kampta pinpon masası da olurmuş; işte o zaman bir aceminin (hele tıfıl bir aceminin) saatinin bitmesini beklemek işkence olurmuş. Pinpon topu patladığında mahvolunurmuş, akla hemen şnorkeldeki top gelirmiş. Sabahın köründe ahşap iskeleye yüzüstü yatmış, misinasına bir fırdöndü, kancasına da özenle ekmek takmış bir çocuk, horozbina, kaya balığı avlarken görülürmüş. O balık gelsin diye denize önce ekmek atan çocuğun, kaç ayak bir yattan balık avlayan tiril tiril giyimliden çok daha mutlu olduğu tartışılmazmış.
Derken dönem sonu gelir çatarmış. Son gece, kumsalda tıp fakültesi öğrencisi birisi gitar çalar, giderken “gel benimle” diye şarkı söyler, odalarda bir bavul toplama telaşıdır giderken, kumsalda bir kamp ateşi yakılır, gençler üzerinden atlarmış. O ateş sönmesin diye neler yapılmaz, sonsuza dek yansın diye, bir asır sonra bunun yazısı bile yazılırmış. 2 haftada bile boyu da, saçı da uzayanlar, mektup yazmak için birbirlerinin adresini alırmış. Arada ağlayanlar da olurmuş; o birbirini çok sevenler dönüşte mutlaka görüşme, mutlaka yazışma, ertesi sene de aynı döneme denk gelme planları yaparlarmış. Asla mektup yazılmayacaktan, bir daha hiç görüşülmeyecekten ayrıldığında, buğulu gözler bakarmış yaylana yaylana giden füze amblemli otobüs camlarında. ** ** **
Ve yıllar, yüz yıllar geçermiş. Artık işini bilenler, parayı verenler, düdüğü de çalar, pilatesini de yapar, kablosuz lobilerden twitler, hiç ayrılmadıklarına, hiç kavuşmadıklarına, hiç özlemediklerine bir mesaj daha atarmış. O kampların yerini, yaldızlı, bol yıldızlı oteller, uykusuz gecelerin yerini, uydulu geceler, Tokyo Ginza'nın yerini, Tokyolu turistler alırmış. "Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde bir metrekare kabuklar olmamış çocukları..." diye biter ilk Mahalle yazısı; Bu yazı da aynı buruklukla: "hiç voleybol maçı yapmamış, topu denize kaçmamış, kumsalda hiç ateş yakmamış, yüreklerinde bir santigrat aşk ateşi yanmamış çocuklar…" diye devam etmeli ve o mahallelerin çocukları büyüdüklerinde, o kampları ne kadar özlediklerini bile bilmezlermiş diye bitmeli - "ne yazdıysam yazayım, eksik kalmış" bu masal… düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com →
Ve yıllar, yüz yıllar geçermiş. Artık işini bilenler, parayı verenler, düdüğü de çalar, pilatesini de yapar, kablosuz lobilerden twitler, hiç ayrılmadıklarına, hiç kavuşmadıklarına, hiç özlemediklerine bir mesaj daha atarmış. O kampların yerini, yaldızlı, bol yıldızlı oteller, uykusuz gecelerin yerini, uydulu geceler, Tokyo Ginza'nın yerini, Tokyolu turistler alırmış. "Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde bir metrekare kabuklar olmamış çocukları..." diye biter ilk Mahalle yazısı; Bu yazı da aynı buruklukla: "hiç voleybol maçı yapmamış, topu denize kaçmamış, kumsalda hiç ateş yakmamış, yüreklerinde bir santigrat aşk ateşi yanmamış çocuklar…" diye devam etmeli ve o mahallelerin çocukları büyüdüklerinde, o kampları ne kadar özlediklerini bile bilmezlermiş diye bitmeli - "ne yazdıysam yazayım, eksik kalmış" bu masal… düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com yazılmasaydı, gelecek kuşağa kalmayacak öteki detay yazıları: http://www.ergir.com/onlugun_vedasi.htm http://www.ergir.com/yandim_aysem.htm ve diğerleri: http://www.ergir.com/belgeseller.htm Mahalle yazısının sahnelenmesi: Evet; Sevdik… http://www.ergir.com/sahne_tozu.htm (bu yazı da: "Evet; Sevdik - 2" olacakken) (rabia ergir, leyla çolakoğlu, mehmet ertüzün, gülen önat, tunç şafak, üstün tekkul’a teşekkürlerimle) fon müziği: Gel Benimle (o zamanların Tıp Fakültesi öğrencisi Prof. Dr. Erol Güntekin)
SON düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com