200 likes | 468 Views
TOULOUSE. Ö y k ü c ü C a n Ö z o ğ u z. fon müziği: Charles Aznavour fotoğraflar: Ö y k ü c ü. Toulouse, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Alman işgalinin Fransa’ya yayılmasının hemen öncesinde, Abdülkadir’in hukuk doktorasına başladığı şehir, Güney Fransa’da.
E N D
TOULOUSE Ö y k ü c ü C a n Ö z o ğ u z fon müziği: Charles Aznavour fotoğraflar: Ö y k ü c ü
Toulouse, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Alman işgalinin Fransa’ya yayılmasının hemen öncesinde, Abdülkadir’in hukuk doktorasına başladığı şehir, Güney Fransa’da. Alaturka kiremit çatıları; çıplak tuğladan sıcak duvarları; pembeli, mavili, uzun, daracık ahşap panjurlu pencereleri; sardunyalı balkonları ve içerlek bahçe avlulu evleriyle kızıl gün batımı rengi bir şehir.
Atkestanesi, çınar, manolya, palmiye ve çam ağaçları ile bezenmiş caddelerinde; havuzlu meydanlarında; daracık sokaklarında; içinden geçen nehrin inci gerdanlığı kemerli köprülerinde; gotik kiliselerin önünde ve sakin parklarında; bisikletli, arabalı ya da yaya dolaşan; yolda selamlaşan, durup sohbet eden insanların şehri. İnsanlar, kaldırım kahvelerinde, lokantalarda, telaşsız oturuyorlar. Hayat yavaş çekim bir film gibi akıyor. Benim ise kızıl gün batımı rengi şehri keşfetmek için sadece dört saatim var.
Abdülkadir 27–28 yaşlarındayken, yıllar önce arşınlamış yollarını. Ben 50 yaşımda, elimde bir kullanımlık fotoğraf makinesi, bir tane de yedeği cebimde, o daracık sokaklarını bir bir dolaştım Toulouse’un. Vakit kaybetmemek için, bir yandan yürürken; öğle yemeği niyetine bagetimi ısırıp, bir yandan da deklanşöre bastım. Şehrin güzelliklerini dondurdum, kaydettim karelere. Hukuk fakültesi ve adliye sarayı önünde biraz gözlerim nemlendi. Bu binalarda çalışıp hazırlamıştı doktora tezini. Sonra, bilmem ki nasıl güzel bir sokaktı o “Rue Alfred Dumeril”. Gidip bakamadım. Numara 48’deki evi göremedim. O ev eskiden Madam Conche’nin pansiyonuymuş. Üstüne limon sıkıp ve kalbinden önce yapraklarını koparıp, ucunu emerek yediği haşlanmış enginara, işte o evde alışmış.
Abdülkadir, Türk hükümetinin, Avrupa’daki bütün talebelerin, savaş tehdidi nedeniyle, acilen geri sevk edilmeleri kararını bildiren; Paris Büyükelçi Vekili Fatin Rüştü Zorlu imzalı mektubu, Ağustos 1940’da aldı. Daha sonra Büyükelçi Behiç Erkin’in bizzat yazdığı onlarca uyarı mektubuna direndi. Hitler’in orduları bütün Avrupa’yı ve Fransa’yı adım adım işgal ederken, geri dönmeyip, doktora tezini verdi. Sonra, Nisan 1941’de trenle yola çıktı. Evine, Ankara’ya doğru… Eve dönünce, babası Esat Bey alıp götürdü onu Dr. Refik Bey’e… Anlatsın, gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini ilk ağızdan diye. Anlatmış genç adam bildiklerini: Nazi zulmünü, yeraltı direnişine geçen Fransa halkını ve göstermiş karne koçanını, yokluk yüzünden halka kısıtlı dağıtılan ekmeğin. Dr. Refik Bey dikkatle dinlemiş. Ayrılırlarken “Sağ ol evladım, faydalı bilgiler verdin.” demiş.
Bir hafta sonra Abdülkadir öpmüş anasının elini, istemiş helalliğini ak sütünün; sonra omuzda tüfek, belde kasatura, selam durup akrabası Asım Paşa’ya(*), varmış gitmiş Yunan sınırına. “Çakmak Hattında” nöbet tutmaya. Seferberlikte, bu ikinci askerliği olmuş; yedek subay, hukuk doktoru Mehmet Abdülkadir’in. Yunanistan’ı işgal eden çılgın Hitler’in, her gün saldırısını beklerken sınırdaki Türk çocukları; Ankara’da ekmeği karneye bağlamış, Başbakan Dr. Refik Saydam Bey amcası. (*) Genel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz
Fransa’daki ünlü Majino savunma hattından esinlenip, Türk ordusunun yaptığı hendeklerden ve dikenli tellerden oluşan mütevazı “Çakmak Hattında” ise Abdülkadirler, Sakıplar ve bütün Mehmetçikler, eller tetikte beklemişler, şehit olmayı vatan sınırında… Korkunç savaş makinesi Nazi ordusu, eğer ki saldırırsa. Neyse ki Hitler yapmış tarihi hatasını ve sürmüş ordusunu Rus steplerine, tıpkı Napolyon gibi. Sanmış ki, ordusu yenebilecek General Kar Fırtınasını.
İşte o gün şenlik olmuş Çakmak Hattı’nda. Abdülkadirler, Sakıplar ve bütün Mehmetçikler atmışlar şapkalarını havaya. Artık levazım yedek subay Abdülkadir’in tek derdi, açlıktan birbirinin kuyruğunu yemeye başlayan kışlanın atları için derhal bulup buluşturması emredilen, samanı tedarik edebilmek olmuş köylerden. Sonra günü geldiğinde dudağında yanık bir ıslık, yüreğinde biraz hüzün, asker ocağına veda edip gururla dönmüş Ankara’ya. Bir gün doğacak çocuklarının anası, hukukçu, şair ruhlu, güzel Ayten’le adliyenin merdivenlerinde ansızın karşılaşmaya. Abdülkadir’in doğacak çocuklarından birisi bendim. Genç Türkiye Cumhuriyetinin, savaştan sonra doğan Türk çocuklarından biriydim.
Savaşı takip eden yıllarda dünyaya gelen bütün çocuklar, tahribata uğramamış güzel ülkelerinde, babalarının elinden tutup güvenle yürüyebildiler. Biz, Bayındır Sokak’ın çocukları, köşe başındaki kurukahveciden çatapat, maytap, torpil alıp patlatabildik bayramlarda. Mantar tabancalarımızı belimize takıp savaş oyunları da oynayabildik, gerçek mahalle savaşları da yapabildik, Sarılarla, Kocatepe’nin bomboş arazisinde.
Ne iyi etmiş İsmet Paşa; “İkinci Dünya Savaşı’nda millete şeker yediremedi, askerlerinin cesaretini de yeterince sınayamadı.” diyenlere cevaben: “Ben şeker de yiyebilen, doğacak çocuklarını hediye ettim askerlerime ve Mehmetçiği geri gönderdim, cepheden haber bekleyen Türk analarına.” demiş. Kolay değil tabii, İngiliz’i, Fransız’ı, Amerikalıyı, Rus’u yıllarca oyalayabilmek; bir yandan Alman’la flört etmek, sonra savaşın bitmesine üç kala Alman’a harp ilan etmek ve tek kurşun attırmamak Mehmetçiğe. Bütün bunları yapabilmek için insanın kafasının içinde kırk tilki dolaşabilmeli ve hiç birinin kuyruğu birbirine değmemeli. Ö y k ü c ü, Mayıs 2006, Fransa semaları. /..