260 likes | 666 Views
TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL YAPISINA DAİR TEMEL GÖRÜŞLER. DOÇ. DR. SERDAR ÖZTÜRK. Toplumsal yapıya dair fikirler.
E N D
TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL YAPISINA DAİR TEMEL GÖRÜŞLER DOÇ. DR. SERDAR ÖZTÜRK
Toplumsal yapıya dair fikirler • Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal yapısına dair birbirinden farklı ancak bazı bakımlardan birbirine benzer çeşitli yaklaşımlar bulunur. Bu yaklaşımları, Doğu Despotizmi, Asya Üretim Tarzı (AÜT), Patrimonyal Bürokrasi, Dünya Sistem Yaklaşımı (DSY), Prekapitalist Düzen ve Merkezi Feodalite olarak sınıflandırmak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bir toplum yapısına girdiğini analiz etmeye yönelik olarak üretilen bütün bu tezlerin ve modellerin en bariz görünen ortak noktası, temelde siyasal iktidar ile siyasal iktidarın yönettiği tebaa arasındaki kopukluğu vurgulamalarıdır.
1) Doğu Despotizmi • Yaklaşımlardan ilki, Doğu Despotizmi’dir. Bu görüş, önce Batı’da üretilmiş; ancak biraz farklı bir bağlamda ve çerçevede Türkiye’deki bir dizi düşünür tarafından geliştirilmiştir. Batılı düşünürler Doğu Despotizmi’ni efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele alırken ve efendi yöneticileri İslam’ın getirdiği özelliklerin de etkisiyle yönettikleri tebaaları –ya da onların diliyle köleleri- üzerinde keyfi ve mutlak bir iktidar uyguladıklarını savunurlarken; Türkiye’deki bilim insanları bu kadar katı bir yaklaşım benimsemezler. • Niyazi Berkes’in başını çektiği Doğu Despotizmi görüşü yanlıları, yönetilen halkın köle olarak nitelenemeyeceğini, yöneticilerin tamamen keyfi bir yönetim sergilemediklerini ve Doğu Despotizmi’nin nedeninin kültürel veya Doğu insanının karakteristik özeliklerinden ziyade coğrafi ve militer nedenlerden kaynaklandığını savunmuşlardır.
Doğu Despotizmi • Ancak Doğu Despotizmi üzerine yazan hem Batılı hem de Doğulu yazarların üzerinde birleştikleri husus, merkezi iktidarın çevreyi temsil eden geniş toplum kesimleri üzerinde sınıf aşırı güçlü konumda olmaları, merkezin çevre üzerinde aşırı egemenliğidir. • Niyazi Berkes’in Osmanlı toplum yapısı üzerine analizi: • Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında, Türk-İslam-Osmanlı toplum yapısının, modernleşmeden önceki yapısının bazılarınca feodal, bazılarınca teokratik bir düzen olarak anıldığını ancak bu nitelendirmelerin doğru olmadığını savunur. Ona göre, Osmanlı rejimi ne feodaldir, ne de teokratik; hele hem feodal hem teokratik hiç değildir.
Doğu Despotizmi Yaklaşımı • Berkes,’e göre bu tanımlamalar Batı devlet ve din kurumları tarihi üzerinden yapılmıştır. Avrupa tarihinde feodal rejim, kapitalist ekonomi öncesi bir ekonomiye dayalı bir rejim olarak görülür. Liberal ve kapitalist olmayan ülkeler modern çağda geri olarak görüldükleri için feodal olarak tanımlanmaktadır. • Ancak Berkes’e göre feodal düzen kapitalist sistemden önce ancak Batı Avrupa’da, bir de Asya’nın uzak ve küçük bir parçası olan Japonya’da önemli bir tarihsel döneme karşılık gelir. Asya’da Çin ve Hindistan tarihinde feodal düzene doğru eğilimler görülmüşse de bunlar büyük kara ordularına dayanan despotik imparatorluklarca yutulmuşlardır.
Niyazi Berkes’in Doğu Despotizmi Yaklaşımı • Feodal düzende bulunan ülkelerde feodalizmden kapitalist, liberal, anayasalı hukuku düzenine geçiş merkezileşmiş mutlak monarşilerin doğuşuyla başlamıştır. Mutlak monarkların, feodal düzenin geleneksel sınıfları ile olan çatışmaları boyunca, bir yandan “ulus” dediğimiz birimler gelişirken bir yandan da yasalı devlet rejimleri doğmuştur. • Ancak Osmanlı’da süreç farklı olmuştur Berkes’e göre. Her ne kadar 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul’da Padişah II. Mahmut, Mısır’da Mehmet Ali mutlak monark olma doğrultusunda görünürlerse de gerçekte ikisi de birer Doğu tipi despot imparator olma eğiliminden kurtulamamışlardır. Üstelik her ikisi de, ulus yapısında olan bir topluma ve o toplumda yeni doğmuş bir şehirli (burjuva) sınıfına dayanamamışlardır.
Doğu Despotizmi Yaklaşımı • Despot sözcüğü eski Yunanca’dan gelir. Ancak Eski Yunan filozoflarında despotik rejim ifadeleri bulunmaktadır. Onlar, Yunan dünyasındaki şehir devletlerinin rejim biçimleriyle ilgilenmişlerdir. • Aristo’nun eski Grekçe’de köle sahibi efendi anlamına gelen “despot” sözcüğünü Greklerin dışındaki Doğulu kavimlerdeki devletin adı olarak, ama sırf benzetme amacıyla kullanması, sonraları Batı gözlemcilerinin yanılmalarına yol açmıştır. • Aydınlanma düşünürleri feodalizme ve Roma Kilisesi teokrasisine karşı savaşırlarken, despotizm terimini, bunların hukuk ve rasyonel olmayan devlet idarelerine karşı kullanmışlar ve böylece despotizm, hukuk kurallarından yoksun, tüm keyifle güdülen bir rejim anlamına gelmeye başlamıştır.
Doğu Despotizmi • Modern çağlarda terimin özünü doğru olarak tanımlayan Hobbes olmuştur. Ona göre devletin kaynağı zapt ve fetih ile halk üzerinde kurulan gücün miras gibi geçer oluşu, yani devletin bir baba mülkü sayılışıdır. • İslam düşünürü İbn Haldun da bu modeli tanımlar. Buna göre en üstün siyasal gücün toplumdan çıkarıldığı, hatta topluma yabancılaştırıldığı bir kul kitlesinin desteğine dayandırıldığı sistem, Doğu Despotizmi yaklaşımını niteler. Klasik Grek geleneğinde ve Batı Avrupa geleneğinde böyle bir sistem bulunmamakla birlikte Doğu toplumlarında görülür.
Niyazi Berkes’in Yaklaşımı • Berkes, Osmanlı düzenini teokratik bir düzen olarak tanımlamanın da doğru olmadığını savunur. Teokratik düzenin en tipik örneğini Katolik Roma Papalık devleti temsil eder. Burada en üstün dinsel-siyasal güç, yerinde oturan papadır. Osmanlı’da ise dinsel güç, siyasal gücün altındadır. Papa ile Osmanlı padişahları arasındaki tek benzerlik, şehirli, köylü ve işçi sınıflarını temsil etmemeleridir. Zaten rejimlerinde böyle sınıflar kabul edilmez. Papalar da padişahlar gibi toplum sınıflarından sökülüp sahneye çıkarlar. Sınıfsal niteliklerini kaybetme siyasal güç olmanın temel koşuludur.
Berkes’in Doğu Despotizmi Yaklaşımı • Osmanlı bir kilise ya da din hükümdarlığı değildir. Feodal veya kapitalist ekonomi de değildir. Zaten bu iki ekonominin etkisi altına girdiğinde devlet mülkiyetindeki ekonomik gücünü birer birer kaybetmiştir. • Osmanlı rejiminde din değil, devletin bekası merkezde yer alır. Din adamları, hukukçu, öğretmen ve propagandacı olarak, devlet hizmetlerine yanıt veren görevlilerdir. • O zaman Berkes şu soruyu sorar: “Osmanlı devlet rejimi feodal ya da teokratik olmadığına göre onu nasıl tanımlayacağız?”
Berkes’in Doğu Despotizmi Yaklaşımı • Berkes’e göre Asya ya da Doğu din-devlet görüşü geleneği ulusal bir görüş ya da bir ırka özgü özellik değildir. Coğrafi ve militer iki koşulun yerleştiği yerlerde eğilim, despotik rejimlerin kurulması eğiliminin olmasıdır. Bu rejim en çok karalarda hızlı ve geniş ölçüde fetihlerin yapılabildiği yerlerde kurulur. Bunu, İranlı, Arap, Türk, Afgan, Moğol kavimleri fark etmez hepsi yapabilir. • Bunlar kurdukları rejimlerde çoğu kez kendi ulusal asıllarını unuturlar, zapt ettikleri halkların kültürüne girerler. Bunun en iyi örneği, Hindistan’da böyle devletler kuran Doğu Türkleridir. Dünya tarihinde bu toplum yapısı Bizans ve Rus Çarlığı gibi İmparatorluklarda da görülmüştür.
Merkezi Feodalite Yaklaşımı • Behice Boran’ın savunduğu Merkezi Feodalite yaklaşımı daha farklı bir görüşü oluşturur. Bu yaklaşım, Osmanlı’nın toplum yapısının bazı farklılıklarına karşın Batı feodalitesinden büsbütün kopuk olmadığını, onunla bazı benzerlikler taşıdığını savunur. • Boran’a göre her iki üretim tarzı da toprağa dayalıdır. Toprakta üretim yapan serfler ile Osmanlı’daki reaya arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Her ikisi de toprağı bırakıp gidemez, az da olsa özel mülkiyet hakkına sahiptirler. Bazı haklarına karşın özgür köylüler değildirler. • Ama aynı zamanda köle olarak da değerlendirilemezler. • Senyörler ile tımarlı sipahiler arasında mülkiyete sahip olma anlamında farklılıklar olmasına karşın her ikisi de en nihayetinde köylülerden topladıkları artı değeri merkezdeki krala/padişaha göndermektedirler.
Boran’ın Merkezi Feodalite Yaklaşımı • Boran, Osmanlı ile Batı arasındaki esas farklılığın Osmanlı’nın merkezi iktidar eğiliminin baskınlığı olmasına karşın; bunun toplumsal yapıyı tamamen farklı olarak nitelendirmeye götürecek bir ayrım olmadığını vurgular. Türkiye’nin toplumsal yapısı, feodalitenin bir varyantını, merkezin baskın olduğu bir tipini temsil eder. • Boran’ın yaklaşımını anlamak açısından metodolojisini de bilmek gerekiyor. • Boran, her toplumun kendine özgü bir tarihi gelişimi, başka toplumlara benzemeyen özelliklerinin olduğunu kabul eder. Bir toplumu tam ve doğru şekilde anlamak ve değerlendirmek için kendi tarihsel gelişimi içinde yerel özellikleriyle görüp anlamak şarttır.
Merkezi Feodalite • Ancak konu burada bırakılır, tarihsel görüş ve yöntem biricik yöntem olarak kabul edilirse o zaman yanlış sonuçlar çıkarma olasılığı yüksek hale gelir. Bu, bize, gerçeğin sadece bir cephesini gösterir. • Boran şöyle der: “Değil insan toplumları, inorganik madde alemindeki somut gerçek parçaları, birimleri bile somutluğunda ele alındıklarında tam bir benzeri olmayan eşsiz varlıklardır. Tam bir benzerliği ifade için kullanılan “iki su damlası kadar birbirinin aynı” sözü bile mutlak anlamda alınırsa yanlıştır. Yüzde yüz birbirinin aynı iki su damlası yoktur. Yeteri kadar ince, hassas ölçüler kullanıldığında mutlaka ağırlık, hacim, terkip farkları bulunacaktır. Ama bilimin amacı, gerçeği bütünüyle doğru anlamamız ve ona göre aksiyona geçmemiz bakımından önemli olan farkları önemsizlerden ayırmak ve önemli olanları da önem derecesine göre bir sıraya koymaktır.”
Merkezi Feodalite • Boran, bilimde yüzeysel görünüşler yerine sınıflandırmalar yapılması durumunda umulmadık sonuçlar çıkacağını yazar. • Örneğin biyoloji bilgisi olmayan bir insan, “aslan” ile “balina” arasında benzerlik kuramaz; ancak biyoloji bilgisi olan birisi “balina” ile “denizde yaşayan diğer balık türleri” arasındaki ayrımı bilir, aslan ile balinayı memeliler sınıfına koyarak benzerlikleri tespit eder. Memeli olmak, böylece, sadece karada yaşamak, dört ayaklı olmak ile eşleştirilmez. • Penguen nedir? • Bu yöntemi Osmanlı toplum yapısına yönelik analizde kullanan Boran, şunları savunur:
Merkezi Feodalite • Kapitalizmin 19. yüzyıldan bu yana değiştiği gerçektir. Osmanlı İmparatorluğu ile Batı feodalizmi arasındaki önemli farklar olduğu da bir gerçektir. Ama, bu değişmeler sonucu Batı’daki kapitalist düzen kapitalist olmaktan, burjuva sınıfı burjuva olmaktan çıkmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gösterdiği farklar feodal tipten ayrı tipte bir toplum olduğunu kanıtlar nitelikte değildir. İmparatorluk, feodal tipin bir başka çeşidini oluşturur. Önemli olan, kapitalist toplum yapısını, kapitalist olmayan toplum yapısından; burjuva sınıfını burjuva olmayandan ve feodal tipi feodal olmayandan ayırt eden temel nitelikleri belirtmek gereklidir.
Merkezi Feodalite • Boran’ın yaklaşımı diyalektiktir. Somut ile soyut arasında, genel ile özel, evrensel ile yerel arasında birlik ve çatışma olduğunu savunur ve bunu toplum yapısını çözüme aktarır. • Toplumsal yapıyı sadece soyut kavramlarla değil gerçekliğe de bakarak analiz etmek gereklidir. Gerçekliğe bakıldığında ise toplumsal yapının asıl ayırt edici unsuru, mülkiyetin devlete veya özel bireylerin sahip olması değil, üretim faaliyetlerinde emeğin yeri ve durumudur. • Buna göre üç tip üretim sistemi bulunur: köle emeğine, toprağa bağlı “serf” emeğine ve “özgür” ücretli işçi emeğine dayanan üretim ve mülkiyet ilişkileri sistemi.
Merkezi Feodalite • Kölelik sisteminde köle sahibi, kölenin kendisinin bir defaya mahsus olarak satın alıp bütün ömrü boyunca yaratacağı değerlerin tümüne birden sahip çıkma hakkını vermektedir. • İkinci tipte ise emekçi toprağa bağımlıdır. Toprağını bırakıp gidemez, ama toprak sahibi veya bey tarafından topraktan koparılıp bir köle gibi pazarda alınıp satın alınamaz da. Ancak toprakla beraber sahip değiştirir. Kullanım hakkına sahip olduğu bir toprak vardır. Bunun üzerinde kümes hayvanları, bir iki keçi, koyun yetiştirebilir. Boş zamanlarında kendine aletler, gerekli öteberiyi de yapar. • Toprakta çalışan kişilerin hukuki ve fiili durumu kölenin durumundan farklıdır. Ancak emeğinin aslan payını toprak sahipleri almaktadır.
Merkezi Feodalite • Bu ikinci tip toplum yapısında siyasi, iktisadi ve askeri iktidar aynı ellerde toplanmıştır. Köylülerin belirli toprak parçalarına nesiller boyu bağlı kalmaları ve gerek bu toprakların, gerekse kendilerinin idaresinin aynı şahsın elinde bulunması, bu tip toplumda sınıflar arasındaki ilişkileri daha kişisel kılmaktadır. Bu toplum tipi feodal toplumdur. • Bu özellikler, Osmanlı toplum yapısında da hakimdir. Ancak “aynı tiptedir” demek; “birbirinin aynıdır, tıpkısıdır” demek değildir. Birisini “mahalli”, diğerini “merkezi” olarak ayırmanın nedeni de budur.
Merkezi Feodalite • Boran’a göre Osmanlı toplum yapısının feodal olmadığını savunanlar Osmanlı’da serf sınıfının olmadığını, özgür köylülerin var olduğunu savunmuşlardır. Oysa bu tarihsel veriler açısından yanlıştır. Şöyle ki: • 1) Serfler ile köleler birbirinden farklıdır. Çalışanların mutlak anlamda özgür olmadığı tek toplumsal yapı köleliktir. Köleler dışında Batı’da ve Osmanlı’da köylüler belirli miktarda özgürdür. • 2) Ancak hem Batı’da hem Osmanlı’da köylüler tam olarak özgür değildir. Reaya Osmanlı’da herşeyden önce toprağa bağımlıdır, toprağını istediği zaman terk edip gidemez. Bağlılık, babadan oğula geçer.
Merkezi Feodalite ve Burjuva Sınıfı • Altmışlı ve yetmişli yıllardaki önemli tartışmalardan birisini de Türkiye’de burjuva sınıfının varlığı ve yokluğu olmuştur. Behice Boran, bu tartışmaları Merkezi Feodalite açısından irdeleyen ve analiz eden sosyolog olarak bu tartışmalara katılmıştır. Boran’ın görüşleri şöyle özetlenebilir: • “Batı’daki gibi bir burjuva sınıfı yoktur ama batı anlamında bir burjuvazi vardır ve gelişmektedir” demek en uygun ifadedir. • Türkiye, geri kaldığı, sanayileşemediği, henüz feodal unsurları dahi bünyesinden daha temizleyemediği için burjuva sınıfı da bu yapıya uygun olarak biçimlenecektir. Gelişmiş burjuva, gelişmiş ülkelerde olurken, daha az gelişmiş burjuva daha az gelişmiş ülkelerde olur.
Osmanlı’nın geri kalması • Aynı şekilde ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre işçi sınıfı da güçlü veya zayıf olur. Türkiye gibi bir ülkede burjuva sınıfı güçsüzse ve aracılıktan para kazanıyorsa, işçi sınıfı da güçsüz olacaktır. • Burada sorulacak soru Osmanlı’nın niçin geri kaldığıdır. Boran’a göre bunun birkaç yanıtı vardır: • 1) Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve genişleme dönemleri dünya tarihinin öyle bir devresine rastlamıştır ki, Osmanlı İmparatorluğu merkezi bir feodalite olarak tam bir anakronizm teşkil etmekteydi. Avrupa dünya tarihinde 11. yüzyıldan sonra kapitalist yapıya girmeye başlamıştır. İç ticaret ve şehir hayatı başlamış, Haçlı seferlerinin ticareti teşviki ve 16. yüzyıldan sonra coğrafi keşifler, Okyanuslar aşırı ticaret ve yeni pazarlar, Amerika’dan ithal altın gibi faktörler süreci hızlandırmıştır. Boran’ın deyimiyle, “Avrupa feodaliteyi arkada bırakıp kapitalist düzenin ilk safhasında gelişirken, biz genç bir toplumun bütün enerjisiyle merkezi feodal bir imparatorluk kuruyorduk. Bu bilimsel anlamıyla bir tarihi tesadüf idi; yani birbirinden bağımsız, kendi sosyal kanunlarına tabi olarak gelişen iki ayrı olaylar serisinin zaman ve mekanda birbirine ulaşması ve kesişmesiydi.”
Osmanlı’nın Geri Kalması • 2) Avrupa’nın doğu ile ticaretinin anayolları üzerinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu toprakları durumunu muhafaza etseydi İmparatorluk, komşu Avrupa’da yer almakta olan değişmelerin belki de tesirinde kalır ve dışla olan ilişkiler sonucunda içte de aynı istikamette gelişmeler gösterebilirdi. • Oysa coğrafi keşifler sonucu Akdeniz havzası memleketleri eski ticari önemlerini kaybetti, Avrupa’nın ticareti okyanuslar aşırı ticaret halini aldı ve Anadolu’daki büyük ticaret ve el sanayii merkezleri zamanla söndü, ekonomik ilerleme yerine gerilemeler oldu.
Osmanlı’nın Geri Kalması • 3) Bu iki nedene, artık istilalar devrini çoktan arkada bırakmış ve milli devletler halinde örgütlenmiş Avrupa’nın Asya’dan bu yeni gelen, dinleri farklı başka istilacıları Avrupa’dan atmak çabası ve Osmanlıların da din taassubu ve kuvvetten doğan kendini beğenmişliğiyle Avrupa’ya sırt çevirmesi eklenebilir.