470 likes | 894 Views
POEC 615 İdeoloji ve Söylem. 8. Hafta: Michel Foucault : Soykütüğü Tevfik Okan SAYGILI. Michel Foucault – İktidarın Gözü Foucault üzerine ilave edilecek pek de bir şey yok, geçtiğimiz hafta detaylı olarak inceleme imkânı bulduk.
E N D
POEC 615 İdeoloji ve Söylem 8. Hafta: MichelFoucault: Soykütüğü Tevfik Okan SAYGILI
MichelFoucault – İktidarın Gözü • Foucault üzerine ilave edilecek pek de bir şey yok, geçtiğimiz hafta detaylı olarak inceleme imkânı bulduk. • Bu hafta 2 farklı eserinden devam edeceğiz. İlki kaynaklarda Büyük Kapatılma olarak görülse de Hocadan aldığımız kaynakta İktidarın Gözü olarak karşımıza çıkan eser içindeki bazı kısımlar ve ikincisi ise yine Foucault’nun Felsefe Sahnesi eserinin Nietzsche, Soybilim, Tarih bölümü.
İktidarın Gözü eserinden başlayacak olursak, Foucault'nun Seçme Yazılar dizisinde daha önce yayımlanmış olan Entelektüelin Siyasi İşlevi, Özne ve İktidar ve Büyük Kapatılma eserlerinden sonra, Felsefe Sahnesi eserinden önce yayınlanmış kitabı. • Çeviren Ferda Keskin’in tanımlaması ile Foucault’ya özgü politik düşünce tarzını anlayabilmek için önem arz eden 1975 sonrası yapılmış söyleşi, makale ve ders notları gibi farklı metinler bu eser içinde yer alıyor. Bu eserlerin önemli bir kısmı Foucault’nun daha önce kitaplarında dile getirmediği özgün analiz ve görüşlere sözcülük ediyor, bir kısmı ise kitaplarındaki analizleri daha anlaşılır hale getiriyor.
Foucault’nun daha önce analizini yaptığı 3 ana deneyim biçimi ve onlara tekabül eden kimlikler (akıl hastalığı, suça eğilimlilik ve cinsellik), bu deneyim ve kimliklerin kurulmasını belirleyen söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler (tıp, psikiyatri, sosyoloji, kriminoloji gibi bilgi biçimleri ile psikanaliz, müşahade, tecrit vs.) ve bu pratikler ile ilişki içinde bulunan kurumlar (hastane, akıl hastanesi, hapishane) konu alıyor. Bu kapsamda da Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu, Gözetleme ve Cezalandırma, Cinselliğin Tarihi gibi kitap ve yazılara da referans oluşturduğu söylenebilir.
Genel olarak Foucault’dan yapılan alıntılar üzerinden Ferda Keskin 3 iddiadan bahsediyor. Buna göre: a) bireysellik kimlik ve öznellik, devlet gibi politik kurumlar ve onlara özgü stratejilerin dışarıdan müdahale edilip denetlemeye çalıştığı doğal (insan doğasına özgü) bir alana ait bileşenler değil, tersine bu tür kurum ve stratejilerin işleyişini mümkün kılan araçlardır; b) günümüzün ana politik sorunu dışarıdan dayatılmış bir tür bireysellik ya da kimlik ile onu dayatan bireyselleştirme biçimini reddetmektir; c) bu bireyselleştirme süreci öznelliğimizle çok temel bir ilişki içindedir ve dolayısıyla ilkini reddetmek ikincisini değiştirmeyi gerektirir.
Bu yüzden de Foucault kendi eserlerini karakterize eden amacın, insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülme yöntemlerinin(biçem-üslup) tarihini yazmak olduğunu söyler, çünkü c şıkkında belirtildiği üzere bu tür bir tarih kimliklerin dayatılma biçimini ortaya çıkaracak ve reddedilmelerini mümkün kılacak temelin oluşturulması için gerekli malzemeyi sağlayacaktır. • Ancak, bunun için öncelikle Foucault’nun bazı terimlerden ne anladığının ortaya konması gerekli.
“Kimlik” veya “bireysellik” derken Foucault insanın kendisine atfettiği veya kendisine atfedilen bir ‘deneyimler’ (bilme, inanma, arzulama, hissetme, davranma, eyleme veya Foucault’nun sıklıkla kullandığı varolma biçimleri) kümesidir. Ama, insanın bir deneyimi ve ona tekabül eden kimliği kendi deneyimi ve kimliği olarak görmesi, kendini bu deneyim ve kimliğin öznesi konumuna yerleştirmesi anlamına gelecektir. “Özne” olmak veya “öznellik” kavramlarını ise Foucault geleneksel, neredeyse Descartes’çı bir anlamda; yani insanın bir deneyimle kurduğu ve bu deneyimi kendi deneyimi olarak görmesini sağlayan bilinç ilişkisi anlamında kullanır.
Bu ilişki kurulduğunda söz konusu deneyim insanın öznel deneyimi olacak ve dolayısıyla bir kimliği kabullenmek anlamına gelecektir. Örneğin belli varlık veya davranış biçimleri akıl hastalığı, suça eğilimlilik veya cinsel sapıklık olarak tanımlanıyorsa ve bu davranış ya da varlık biçimleri bir şekilde bana (Foucault’ya) atfedilmişse ve ben bunları kendi öznel deneyimlerim olarak görüyorsam (yani düşünce, duygu ve davranış biçimlerimin önemli bir kısmının bu tanımlara uyduğunu kabul ediyorsam) bu kimlikleri kabul ediyorum demektir.
Daha da önemlisi, kimlikler kişisel ve toplumsal düzlemlerde ve belli dinsel, ahlaki, yasal vb. temellerde olumsuz, sakıncalı ya da arzu edilmez olarak sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırmanın sonuçları; kimliği tecrit, ıslah ve hatta yok etmek için oluşturulmuş pratiklere izin ve yetki verebilir, bu pratikler için oluşturulmuş kurumları da meşrulaştırır. • Bu tür pratikler bazı kimlikleri taşıyanları denetleme ve manipüle etme araçları olmakla beraber, daha geniş ve daha ekonomik manipülatif etkileri de bulunuyor. Buna göre de birey eğer belli davranışların toplumsal düzende istenmediğini kabul ederse, bu davranışlardan da kaçınmaya başlıyor ve bazı davranışlarına kısıtlama getiriyor.
Ancak belli kimliklerin sınıflandırılmasının daha etkili, kapsayıcı ve ekonomik işlevi: birey bu sınıflandırmanın doğru olduğuna inanıyorsa, kişisel düzlemde belli bir kimliğin arzu edilemez olduğunu düşünüyorsa, bu pratik kimliklerden uzak kalmaya çalışıyorsa, bu kimliklere özgü davranışlardan kaçınacaktır. Bu da bazı düşünme, hissetme, davranma biçimlerini gönüllü olarak kısıtlanacağı anlamına geliyor. Ama önemli olan bu sefer durumun biraz içselleştirilmesi, kimlikleri kişisel olarak yanlış bulunması olacaktır. Buna göre de birey ne kadar çok kimliği sakıncalı bulur ve kendini onlardan uzak tutmaya çalışırsa, hareket alanını ve davranışlarını da o kadar kısıtlayacaktır ve bunu gönüllü olarak yapacaktır. Bu durumun örneklerini çoğaltmak da mümkündür. Baskı unsurunun ne kadar güçlü olduğuna ve nelerin “garip” ya da “alışılmışın dışında” olarak tanımlandığına bağlı olarak bireyler git gide tek-tipleşmeye de başlayacaklardır.
Bu çerçevede kimliklerin sınıflandırılması sürecinin sadece bir tanım olmadığı, günümüzde de aktif şekilde kullanıldığı söylenebilir ve Foucault bu konuda günümüzün “politik, etik, toplumsal, felsefi” sorununun kendimizi çok uzun sürelerdir (yüzyıllar) dayatılan kimliklerden kurtulmak olduğunu söylüyor. Foucault’nun deyimiyle sınıflandırma yolu ile “normal kimliğin” dayatılma sürecine “normalleştirme süreci” adı veriliyor.
Buraya kadarki kısmın temel bir soruya cevap vermediğini söyleyen yazar, eğer belli bir düşünme, hissetme ya da davranma biçimlerinin “hakikaten” belli deneyim biçimleri iseler ve belirli kimlikleri oluşturuyorlarsa; birey hakikaten bu biçimlerde düşünüyor, hissediyor ve davranıyorsa ve gerçekten(hakikaten) arzu edilmeyen bir kimliğe sahipse, o zaman bireyin deneyimlerinin kendi deneyimleri, kimliklerinin kendi kimliği olduğunu kabul etmesinde manipülatif olan ve dayatıcı olanın ne olduğunu sorgular. Bireyin kendine dair hakikatin farkına varması ve başka bir kimlik araması da kendisini daha iyiye doğru dönüştürmesi anlamına gelmez mi? (kime göre neye göre) Burada önemli olan da zaten hakikat (doğruluk veya gerçek) kelimesinin tanımı.
Bu kapsamda da Foucault insanların özneye dönüştürülmesinin tarihini bir “hakikat tarihi” olarak nitelendirmektedir. • Bir hakikat tarihi yapmak, • o hakikati söylediğini iddia eden söylemlerin, • o söylemlerin eklemlenip hakkında konuştuğu şeylere yüklediği kavramların, • bu yüklemlemenin yani kavramsallaştırmanın hangi kurallara ve toplumsal-tarihi ihtiyaçlara cevap vermek için yapıldığının tarihini yapmak olacaktır.
Buna göre de ilk kitap olan “İktidarın Gözü” de bu tarihin nasıl yapılması gerektiğine, iktidara yani dayatılan kimliklere direnmenin nasıl mümkün olabileceğine ve Foucault’ya göre iktidar dinamiklerinin “anahtar sözcüğü” direnişin ne anlama geldiği ve nasıl yorumlanacağına dair ipuçları içermektedir. • Foucault‘öz kimlikleri’ açığa çıkarmanın ve bu kimliği varoluşun, insan davranışının yasası haline getirmenin bireyleri geleneksel etikler ve onlara özgür kısıtlamalara geri götüreceğine inanıyor.
II – İktidar ve Beden • İstençlerin evrenselliği ile oluşturulmuş bir toplumsal beden fikrinin büyük bir fantasma (yanılsama-fantezi) olduğunu söyleyen Foucault toplumsal bedeni ortaya çıkaran şeyin konsensüs (mutabakat) olmadığını, bireylerin bedenleri üzerindeki iktidarın maddiliği olduğunu söylüyor. • Foucault ayrıca bedene hakim olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla oluşabilmiştir, jimnastik, beden eğitimi, kas geliştirme, çıplaklık ve güzel bedenin yüceltilmesi de buna örnek olarak verilebilir. Bunlar da çocukların, askerlerin bedenleri üzerine sağlıklı beden üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı, inatçı, titiz bir çalışmayla insanı kendi bedenini arzulamaya götüren bir çizgidedir diyor.
Ancak, iktidar bu etkiyi yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımları ile aynı doğrultuda, iktidara karşı bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın talep edilmesi, cinselliğin, evliliğin, erdemin ahlaki normlarına karşı zevkin talep edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden olan şey de aynı zamanda saldırıya uğramasına neden olmaya başlar. İktidar bedenin içinde mesafe kat etmiştir ama yine de bedenin içerisinde saldırıya uğrayacaktır. Aslında iktidarın kararsızlık gösterdiği izlenimi de yanlıştır, çünkü iktidar geri çekilebilir, yer değiştirebilir, başka bir yeri kuşatabilir ama savaş devam eder.
Bu durumun bedenin geri alınması olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda da Foucault gözetim ve denetimin hedefi olarak bir kaygı ve analiz nesnesi haline gelen cinsellik aynı zamanda herkesin kendi bedeni üzerinde duyduğu arzuların yoğunlaşmasına da yol açtı diyor. Beden de çocuklar ile aileler arasında, çocuk ve denetim mercileri arasında bir mücadele konusu haline geliyor; cinsel bedenin isyanı da bu gelişmenin karşı etkisi olarak ortaya çıkıyor. İktidar da erotikleşmeyi ve cinselliği her kademesine kadar iktisadi olarak sömürmek. Sürekli beden üzerinde bir savaş olduğundan tam olarak bir geri alma olmayacaktır bu durum doğal olarak.
Marksizmin beden üzerinde çok etkin olmadığını söyleyen FoucaultMarx’ta beden üzerine tarihsel gerçeklik olarak ilginç şeyler bulunsa da Marksizmin bilince ve ideolojiye ayrıcalık tanıdığını ve bedene ilişkin konuları gölgede bıraktığını söylemekte. • 19. yy sonundan itibaren Marksistlerin ve Marksist hareketlerin hedefi devletin aygıtları olarak ortaya çıktı, bu da devlete karşı mücadele edebilmek için hareketlerin de parti halini alması, devletle aynı disiplin mekanizmaları ile örgütlenerek dışarıdan karşı oldukları öğeleri içerden model almalarına yol açtı. Devlet aygıtının çökertilmesi gerekliliğinin ne kadar gerçekleşmesi gerektiği, sınıf mücadelesinin proleterya diktatörlüğünün kurulması ile bitmeyeceği, devlet aygıtının hala sınıf düşmanlarına karşı kullanılması gerektiği gibi ikilemler de ortaya çıktı.
SSCB’de de bu durumun ortaya çıktığından, devlet aygıtlarının sınıf düşmanlarına karşı devrimden sonra da kullanılması gerektiğinden, bu aygıtları da çalıştırmak için eskiden bu aygıtları kullanan burjuvazinin kullanılması görülmüş, devlet aygıtlarına yönelik farklı çalışmaların yapılması gerektiğinden de bahsetmektedir Foucault. • Genel olarak da insanseverlik örneği adı altında beden siyasetinin faillerinden bahsediyor Foucault. Buna göre; İnsanlar başkalarının yaşamlarına, sağlıklarına, beslenmelerine, barınmalarına karışmaya başlar. Sonra kişiler, kurumlar bilgiler, kamu sağlığı, denetçiler, sosyal danışmanlar, psikologlar etc.
III – Tımarhaneler, Cinsellik, Hapishaneler • Bu konuyla ilgilenmeye 1953-55 yılları arasında Psikiyatri kliniğinde psikoloji öğrenimi gördüğünde başlamış Foucault. Çağın sorunu olarak gördüğü bu konunun Nazizm ve Stalinizm’den sonra ortaya çıktığını söylüyor. • 2 tür düşünme ve araştırma tarzından bahsediyor. İlki Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kavramı ve Marksist kavrayış, İkincisi yapısalcı, dilbilimsel akım ki bunu da sorunu gösteren düzeyine indirgediğini söylüyor.
Foucault’nun çalışmalarında ise, entelektüelin rolünün gizli biçimde işleyen baskı mekanizmalarını görünür kılmak olarak açıklıyor. Bunlara örnek olarak da psikiyatrik aygıtları veriyor. Bunların belirli insan kategorilerinde belirli bir iktidarı işletmek için kurulduğunu söylüyor. İktidarın sinsiliği için de sadece baskı kurmayan, arzu yaratan, sevki kışkırtan veya bilgiyi üreten bir yapı olduğunu söylüyor. İktidarın bedeni çalıştırdığını, davranışa işlediğini, arzu ve zevkle iç içe geçtiğini söyleyen Foucault iktidarı suçüstü yakalamak gerektiğini söylüyor. Bunun da analizle yapılabileceğini söylüyor.
Ayrıca cinselliğin yasaklanmasına yönelik uygulanan işlemlerden de bahseden Foucault konunun analiz edilmesi gerektiğini de söylüyor. Cinsel baskıya da Reich’in dediği insan bedeninin işgücü inşa etmek için kullanılması tanımının herşeyi açıklamadığını söylüyor Foucault. • Foucault ayrıca ceza sisteminin sadece hapishanelerle kısıtlı kalmadığını, toplum içerisinde okul, kışla gibi yerlerde de cezalandırma sisteminin uygulandığını belirtiyor.
VII – İktidarın Gözü • Foucaultile J.P.Barrou ve M.Perrot’un yaptığı söyleşi Bentham’ın Le Panoptique eserinin üzerinden gerçekleştirilen bir görüşme. • Jeremy Bentham’ın Le Panoptique eserinden bahseden bu konuşmada Foucaultpanoptikonun tanımından bahsediyor. Buna göre de kural: çevrede halka şeklinde bir bina, ortada bir kule, kulede açık pencereler, ve ışıklandırma ile ışıktan korkmanın sağlanması.. Daha önce de tartıştık zaten bu konuyu, ama günümüzde her cadde ve kavşaktaki kameralar da bu etkiyi sağlıyor denebilir sanırım. Tam ortada ya da ortaya yakın bir yerde, tepede nereyi gözetlediği belli olmayan bir kamera sistemi, ışıklandırılmış mekanlar vs.
Bentham’ın bu kelimesi de doktorlardan ceza hukukçularına, eğitimcilere vs. gözetleme sorunlarını çözecek bir iktidar teknolojisi olarak ortaya çıkar. • Mimarinin de zamanla değişmesinin nedeni olarak önceleri inşaatların sanat ve iktidarı yansıtmalarından (saray ve kiliseler gibi) artık ekonomik ve siyasi amaçlara geçiş yapıldığından bahsediyor. • Panoptikon yapıların bir özelliğinin de cinselliği bastırmak ya da kontrol altına almak olduğundan bahsediliyor.
Kısacası fabrikalardan okullara, hapishanelerden hastanelere, tımarhanelerden kışlalara birçok mekanda bu yapının kullanıldığından bahsediliyor. Tabii bu yapının kurulumunda ve yaygınlaşmasında da yine kapitalizmin etkisi oldukça belirgin. • Castle – Kale diye bir film vardı, hapishanede geçen, Kuledeki cezaevi müdürü ile mahkumlar arası ilişkiler üzerine • Ve tabii ki 1984 – George Orwell – ve bu kitap üzerine bir çok film.
IX – Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane • Bu söyleşi Vladimir Borissov’un Leningrad’daki özel psikiyatri kliniğinden kurtarılması için Victor Fainberg’in başlattığı kampanyanın ardından yapılmış. Kampanyayı destekleyenlerden biri de Foucault ve söyleşinin yayınlandığı Change dergisi…
Foucault psikiyatrinin daha başlangıçtan itibaren bir toplumsal düzen işlevi projesi olduğundan bahsediyor. Büyük kapatma yanlılarının sarsıldığı ve yıkıldığı Devrim’den sonra kapatma olmayan ama daha etkili denetimleri oluşturmak için ne yapılabilirdi? Psikiyatri kendini toplumsal düzenin kalıcı işleyişi olarak görmeye başlar ve tımarhanelerden 2 amaçla yararlanır. İlki, en dramatik veya en rahatsız edici vakaları tedavi etmek ama bu sırada da kapatma mekanı yerine bir hastane görüntüsü vererek bir bilimsellik örtüsü edinmek. Hatta Foucault psikiyatrların kamu hijyeni görevlisi olduklarında bahsetmektedir.
1890larda Leveille adlı birisi de tımarhanelerin bulunmadığı ya da yetersiz olduğu düşüncesiyle hem akıl hastası hem suçlu olan kişilerin Sibirya’da çalışma kamplarına gönderilmesini bile önermiş. • Tabii 1930’larda öncelikle Rusya’da (SSCB) insanlar üzerinde yapılan psikolojik testlerin ve lobotominin yasaklanması da önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ama 1945-1965 yılları arasında Avrupa’da Pavlovcu bir şekilde cinsel eğilimlerin (homoseksüellik) değiştirilmesi çalışmalarından da övgüyle bahsedilmiş tabi.. • Sonrasında da kapatılma meselesi tekrar ortaya çıkıyor. Hatta bir dönem bizdeki adıyla arzuhalcilere yazdırdığınız mektuplar ile kocanızı, karınızı, komşunuzu şikayet edebilir hatta kapattırılmalarını sağlayabilirdiniz.
Aslında ilginç olarak da tecavüzün suç olmasına ilişkin düşüncelerinden de bahsediyor Foucault. Buna göre cinsellik hiçbir durumda cezalandırma nesnesi olmamalıdır diyor, ama şiddet içermekte olduğundan şiddete verilen suçun verilmesini öneriyor. Ama buna kadınların karşı çıkacağını söyleyerek, tamamen cinsel bir suç olduğu konusunda tartışma mevcut. Ama suçların sınırlandırılması ya da sayılarının azaltılması olabilir diyorlar. Buna göre de bir diğerinin hayır deme hakkının elinden alınması suçu bile olabilir gibi bir yaklaşım ortaya konuyor. Çin’de tüm suçlar 15 maddeye indirgenmiş örneğin. Ama mesele çocuklar olduğunda derin ruhsal izler bıraktığı konusunda anlaşmaya varılıyor. (oldukça güncel bir konu olduğundan değinmek gerekli diye düşündüm.) Rıza meselesi falan (sayfa 142-143)
XIII – Delilik ve Toplum • Ekim 1970’te Tokyo Üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesinde verilen konferans özeti • Neden delilik ve toplum – Bir toplumda nelerin reddedildiği, yasaklandığı, dışlandığı konularına eğilmeye başlanmış. Buna örnek olarak da ensestten bahseden Foucaultensestin reddedilmesinin nedeninin bir merkezi olumlama (toplumsal grubun kanına zarar vermemek) olduğundan bahsediyor.
Levi-Strauss ise pozitiflik terimleri ile yapılan bu yoruma karşı çıkıyor ve belli bir tercih – dışlama sonucu olduğundan bahsediyor. Olumlama ve yadsımanın karmaşık bir sistem oluşturduğundan bahsediyor. • Foucault ise bir toplum tarafından kabul gören şeyleri araştırmak yerine reddedilenleri incelemeyi tercih ediyormuş. Delilik sorunu da burada ortaya çıkmış. Foucault’ya göre delilik olumlama değil dışlama sonucu ortaya çıkan bir durum.
Burada da Delilik ile sanayi tipi Avrupa toplumu arasındaki bası ilişkilerin şemasına değiniyor. • Hemen hemen yakın dönemlerde (18.yy sonları) Fransa ve İngiltere’de akıl hastalarının, işsizlerin, sakatların veya yaşlıların kapatıldıkları gözetim yerleri boşaltılmış. Hücre ve hapishaneler boşaltılır, yerlerine psikiyatri kliniklerine benzer yerler açılır. Tarihte de bu nokta akıl hastalığının ve psikiyatri tarihinin önemli bir noktası bu tarih. Çünkü öncesinde delilere mahkum ya da hayvanlar gibi davranıldığı söyleniyor. (Bizde var olan bimarhaneler örneğinin son dönemleri) Ama Foucault akıl hastalıkları tarihinin böyle yazılmasını reddediyor. Buna göre bu kadar da katı bir geçiş yok.
Deliliğin genel yapısına bakan Foucault toplumların sınırlarından bahsediyor. Buna göre her toplumun kendi marjları bulunur ve deliliğin toplumun kaçınılmaz marjlarında kendini göstereceğini söylüyor. • Etnologlara göre 4 dışlama sistemi var: • Ekonomik sistem karşısında dışlama – ekonomik üretim sisteminin dışında kalanlar, dini görevliler gibi. • Sadece üretimde değil, toplumun üretimi dışında da kalanlar – bekar olarak kalmayı tercih edenler, aile kurmayı reddedenler.
Sözleri sıradan olarak değerlendirilmeyenler – Şairlerden yazarlara ve hatta Peygamberlere kadar kişiler. • Oyun karşısında işleyen sistem – her toplumda bayram, şenlik oyun gibi bir şeyler olduğunda dışarıda kalanlar. (Ortaçağda Avrupa’da ilginç bir bayram var, deliler bayramı. Dini olmayan bu bayramda yoksullar zengin gibi, zenginler yoksul gibi, erkekler kadın gibi, kadınlar erkek gibi giyiniyor, davranışlar değişiyor, saraya ve senyör şatosuna gidilerek hakikatler anlatılıyor hatta gerekirse küfür bile edilebiliyor. Sistem için bir feedback gibi. Dini değil ama tam olarak doğru değil, anti-dini denebilir.)
Bu 4 dışlamanın hepsine birden dahil olanlara da deli denebilmektedir diyor Foucault. Her toplumun delilerini böyle ayırt edilebileceğini söylüyor. Bir dönem homoseksüelliğin de delilik olarak sınıflandırılması ile de karşılaşılmış. Bir de istisna olarak soytarılar var. Tüm maddeleri kapsıyor ama kendi seçimi sonuçta. • Tiyatroda ise delilik özel bir yerde, hakikati önceden söyleyen kişidir. Deli sorumsuz hakikattir diye de açıklanıyor.
Dönüşümün nedenlerine gelince, Deli statüsünün yüzyıllar boyunca değişmediği belirtildi. • Deliliğe hep hoşgörüyle yaklaşılmış. Köyün delisi tanımı da mevcut bir çok yerde. Ancak sonradan bu hoşgörü ortadan kalkmış. Buna da kapitalist toplumların yerleşmeye başlaması ve boş gezen bir nüfusa bakmak zor gelmeye, herkes çalışırken onun çalışmaması rahatsız etmeye başlar. Burada da başta deliler, paralarını müsrif şekilde dağıtan aile babaları, çalışamayan sakatlar, fahişeler yani kısaca asosyal olan ya da anormal olan herkes gözetim altına alınır ve kapatılır. Deli henüz sadece deli değil, işe yaramaz tanımının bir parçasıdır. O zamana kadar deliler marjinal ama hala topluma dahil bireylerdi. Bu gözetimin de tıbbi hiçbir tarafı yoktu.
Ancak az önce de belirtilen 18.yy sonunda dönüşüm gerçekleşti. Ama neden? • Bu dönemde kapitalizm başka bir rejime geçiyor Foucault’ya göre. Sanayi kapitalizmi etkinlik kazanıyor ve bu kapitalizmin ilk talebi toplum içinde işsiz olan ve işverenlerin ücret siyasetinin düzenlenmesine hizmet edecek bir kitle gereksinimidir. İşverenlerin bir işsiz kitlesine ihtiyaç duydukları söylenebilir. Bir devridaim gerekecektir. Marx’ın tanımladığı yedek işçi ordusu işte burada ortaya çıkıyor. Zaten çalışamayacak olanları çalışır hale getirecek tedavi sisteminin gereksinimi de bunun sonucu olarak ortaya çıkıyor denebilir.
Yani psikiyatrların ortaya çıkışı da bu şekilde olmaktadır. Nitekim bu süreç öncesinde psikiyatr bulunmamaktayken, bir anda ortaya çıkmaları sistem gereksinimidir. • Sonuç olarak “Akıl hastası, delilik olgusunun nihayet keşfedilmiş hakikatı değildir, delinin etnolojik tarihinde, tamamen kapitalist anlamda geçirdiği büyük değişikliktir.” M. Foucault
MichelFoucault – Felsefe Sahnesi • Seçme yazılar dizisinin son kitabı. Nietzsche, soybilim, tarih • Foucault Nietzsche’nin soybilim üzerine söylediklerini incelerken öncelikle soybilimden giriyor konuya. • Soybiliminzor belgeler üzerinde çalıştığından bahsederken, bilgide titizlik gerektirdiğinden, sabır gerektirdiğinden söz ediyor ve soybilimin köken arayışına karşıt olduğunu söylüyor.
Foucault’yagöre Nietzsche köken sözcüğünün 2 anlamından bahseder. Biri belirgin olmayan oluşum, soy, menşe, doğum sözcükleri ile dönüşümlü kullanılan, diğeri belirgin olan ve başka bir terimin karşıtı olan insanca. • Bu sözcüklerin kullanımı için Ahlakın Soybilimi eserinin önsözünün en anlamlı metinlerden olduğunu söylüyor Foucault. • Nietzsche’nin köken arayışını bazı durumlarda neden reddettiğini soran Foucault, “Öncelikle, şeyin esas özü, en katışıksız olabilirliği, titizlikle kendi üstüne katlanmış özdeşliği, dışsal, ilineksel ve ardışık olan her şeyden önce gelen ve kımıltısız biçimi burada (kökende) toplansın diye çaba gösterildiğinden” diyerek açıklamaktadır.
Böyle bir köken aramayı önceden olmuş olanı kendine tamamen uygun bir imgenin aynısını bulmaya çalışmak olduğunu, sonuçta da ilk kimliği açığa çıkarmak için bütün maskeleri kaldırmaya girişmek olduğunu söylüyor. Tarihi dinlemeye özen gösterilirse ne öğrenir? diye soran Foucault, şeylerin ardında çok farklı bir şey olduğunu öğrenir diyor. • Özgürlüğün de yönetici sınıfların icadı olduğunu söyleyen yazar, şeylerin tarihsel başlangıcında karşımıza çıkan şeyin, kökenlerin hala korunan özdeşliği olmadığını, diğer şeylerin uyumsuzluğu olduğunu söylemektedir.
Son olarak da köken hakikatin yeridir, mutlak anlamda geride olan ve tüm pozitif bilgiden önce gelen noktadır. Bir bilgiyi mümkün kılan kökendir ki bu bilgi de kökeni kapsar. • Hakikat ise çürütülemeyen hata türüdür kuşkusuz, çünkü tarihin uzun pişirme süreci onu değişmez kılmıştır. • Soybilim, kökeni aramak değildir asla, tersine başlangıçlarda kılı kırk yarmalı ve rastlantılara takılıp kalmalıdır.
Oluşum ya da soy gibi terimler soybilime özgü nesneyi kökenden daha iyi ifade eder. Genellikle köken olarak çevrilen bu sözcüklerin kendilerine özgü kullanımlarını incelemek gereklidir. • Zuhur etme belirme noktasıdır. Ortaya çıkışın ilkesi ve tekil yasasıdır. Nasıl menşei kesintisiz bir süreklilik içinde arama eğilimi fazla sıklıkla oluyorsa, zuhur etmeyi de son noktadan bakarak açıklamaya çalışmak yanlış olur. Zuhur etme her zaman güçlerin belli bir durumunda meydana gelir, güçlerin sahneye gelişidir.
Soybilim ile genellikle tarih olarak adlandırılan şey arasındaki ilişkiler nelerdir? Nietzsche’nin tarihe yönelttiği sert çıkışlar bulunmaktadır ama soybilim bazen gerçek tarih olarak adlandırılır. • Nietzsche tarihin soybiliminde tarih duyusu ile tarihçilerin tarihini birbirine bağlar. Her ikisinin de saf olmayan ve karışık tek bir başlangıçları vardır. Tek bir göstergeden, aynı zamanda çıkmışlardır ve sonra da birbirlerinden ayrılmışlardır.
Tarih duyusu tarihin Platoncu üç kipliğine tamamen karşı duran üç kullanım içerir. Biri gerçekliğin parodik ve tahripkar kullanımıdır, anımsama ya da tanıma olarak tarih temasına karşıttır. Diğeri süreklilik ya da gelenek tarihinin karşıtı olan özdeşliği ayrıştırıcı ve tahrip edici kullanımıdır. Üçüncüsü ise bilgi-tarihe karşıt olarak hakikatin kurban edici ve tahrip edici kullanımıdır. Her koşulda söz konusu olan tarihi, belleğin hem metafizik hem de antropolojik modelinden sonsuza dek kurtaran bir kullanım haline getirmektir. Söz konusu olan tarih, bir karşı-bellek yapmak – ve sonuç olarak buradan çok farklı bir zaman birimi ortaya çıkarmaktır.
Bir anlamda soybilim Nietzsche’nin1874 yılında kabul ettiği tarihin 3 kipliğine geri döner. Yaşam adına olumlama ve yaratma iktidarı adına Nietzsche’nin o dönemde yapmış olduğu itirazların ötesinden geri gelir. Bunları dönüştürerek geri gelir: Anıtların yüceltilmesi parodi halini alır; eski çağlara saygı sistematik çözülme halini alır; insanın günümüzde sahip olduğu hakikat aracılığıyla geçmişin adaletsizliklerinin eleştirisi, bilme istencine özgü adaletsizlik yoluyla bilgi öznesinin imhası halini alır.