940 likes | 1.2k Views
TÜRK DIŞ POLİTİKASI VI. 1980-90 döneminde Yunanistan’la ilişkiler SSCB ile İlişkiler Ortadoğu ile ilişkiler Balkan devletleri ile ilişkiler Soğuk Savaşın bitişi ve TDP’na etkileri. 1980-90 Yunanistan’la ilişkiler.
E N D
1980-90 döneminde Yunanistan’la ilişkiler SSCB ile İlişkiler Ortadoğu ile ilişkiler Balkan devletleri ile ilişkiler Soğuk Savaşın bitişi ve TDP’na etkileri
1980-90 Yunanistan’la ilişkiler İki ülke arasındaki ilişkilere bakmadan evvel her iki ülkede de 1980’lerde yaşanan iç gelişmelere kısaca değinelim: Türkiye’deki iç gelişmeleri daha önce görmüştük. (12 Eylül darbesi, ABD’nin yeşil kuşak ve ılımlı İslam politikasına uyumlu politikalar (Türk-İslam sentezi, yine ABD’yle uyumlu 24 Ocak kararları vs.)
Yunansitan’daki iç gelişmelere bakacak olursak: 1981’e dek süren Karamanlis dönemi sona ermiş PASOK ve lideri Andeas Papandreu başa gelmişti.
Karamanlis ve Papandreu’nun politikaları arasındaki farklılık: Karamanlis ve Yeni Demokrasi Partisi: Karamanlis hükümeti NATO’nun askeri kanadından çıkma kararı vermişti ama bu Batı’dan kopmak anlamına gelmiyordu sadece ABD’ye yönelik bir tavırdı. AT ile ilişkiler geliştirildi ve tam üyelik başvurusunda bulunuldu. ABD’ye olan bağımlılıktan kurtulmaya çalışılırken bu boşluk AT ile doldurulmaya çalışıldı.
Yine Karamanlis hükümetinin dış politikadaki farklılıklarından biri Balkanlar ve doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerle de ilişkilerin geliştirilmesi oldu. Ve yine bu dönemde rastlanan bir ilk Yunan Başbakanı Karamanlis’in Moskova ziyaretidir. Dolayısıyla Avrupa merkezli çok yönlü bir dış politika geliştirildiğini söyleyebiliriz.
Karamanlis döneminde Türkiye ile sorunlar bulunmakla birlikte diyalog olanakları da arandı. Sorunlar sıcak çatışmaya dönüşmeden giderildi, iletişim kanalları hep açık tutuldu.
Ancak Papandreu döneminde hem dış politikanın hem de Türkiye’ye yönelik politikanın değişeceğinin sinyalleri daha seçim demeçlerinde belli oluyordu. Zaten Papandreu’yu iktidara taşıyan da buydu. Ancak bir süre sonra yani iktidara geldikten sonra söylem ve eylemlerin farklılaştığı görülür.
Halka ise bu söylem ve eylem faklılığını açıklayabilmenin gerekçesi Türk tehdidi olmuştur. Şimdi kısaca PASOK lideri Papandreu’nun söylemlerine bakacak olursak:
Yunanistan’da halk arasında sınıf farkı olmadığını söylüyordu. PASOK hükümete, halk iktidara gibi bir slogan geliştirmişti. Karamanlis’in Yunanistan Batı’nındır, sloganı yerine, Yunanistan Yunanlılarındır söylemini ön plana çıkardı. Bu doğrultuda milliyetçi oylara hitap etmek amacıyla Batı karşıtlığını ön plana çıkardı.
Yunanistan’ın en kısa zamanda NATO’dan çıkmasını, ABD üslerinin kapatılmasını, AT ile ilişkilerin askıya alınmasını savunuyordu. Washington’u emperyalizm’in kalesi olarak gösteriyor ve başta Moskova sonra doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri ve Üçüncü Dünya’yla ilişkilerin geliştirilmesini savunuyordu.
Ancak 1881-89 yılları arasında iktidarda kalan PASOK’un 1881-85 döneminde daha çok popülist söylem ve politikaları takip ettiği, 1885 sonrasında ise bu popülist söylemleri terk ettiği yani “solu gösterip, sağa dönüş yaptığı” görülmektedir.
Bu doğrultuda tıpkı bundan önceki Karamanlis dönemi politikalarına benzer politikalar sürdürdüğü söylenebilir. ABD ile üslere ilişkin görüşmeleri sürdürdü. NATO’dan ayrılmadı, AT ile ilişkileri askıya almadı. Yani bu konularda eski politikaları devam ettirdi, bu ise eleştrilere maruz kalmasına neden oluyordu. Papandreu bu eleştrileri karşılamak için bir bahane bulması, halka bir gerekçe sunması gerekliydi.Bu da Türk tehdidi oldu.
Yunanistan’a tehdidin “kuzeyden değil, doğudan” geldiğini söyleyerek dış politikasını bu tehdit üzerine temellendirdi. Bu yolla hem Yunan halkının son derece hassas olduğu bir konuyu sürekli göndemde tutuyor hem de Batı’yla ilişkilerinde değişikliğe gitmeyişini gerekçelendiriyordu.
Papandreu Yunanistan’ın NATO’dan ve AT’den çıkmayarak ve ABD ile askeri işbirliğini sürdürerek hem Türkiye’ye karşı diplomatik avantaj elde ettiğini hem de Türkiye’nin Ege’deki yayılma eğilimini önleyebildiğini söylemekteydi.
Türkiye ile ilişkiler 12 Eylül döneminde hatırlayacağınız gibi Kenan Evren NATO’nun ABD’li komutanı General Rogers’ın ismi ile anılan planı imzalamış, böylece Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına tekrar geri dönmesini Türkiye’nin hiçbir ödün almadan ve güvence istemeden kabul ederek Türkiye’nin elindeki önemli bir kozu kaybetmesine neden olmuştur.
1980’den 1983’e kadar Kıbrıs’ta da önemli gelişmeler yaşandı. 1981’de Kıbrıs Türk tarafında seçimler yapıldı ve Denktaş devlet başkanı seçildi. 1983’de Rum tarafında seçimler yapıldı ve Kipriyanu başkan seçildi. Bu arada iki toplum arasında kaynaşma ve anlaşmazlıklar sürüyordu. 1983’de de Türkiye’de ANAP Partisi ve lideri Özal iktidara gelmişti.
15 Kasım 1983’te toplanan KTFD Meclisi oybirliğiyle Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin (KKTC) bağımsızlığını ilan eden bir karar aldı. Kuruluş bildirisinde , Meclisin, “aynı adada yanyana yaşamaya mecbur bulunan iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı ve adil kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne” bağlı olduğu ve KKTC’nin ilanının “iki eşit halk arasındaki ortaklığın bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunların çözülmesini engellemeyip, kolaylaştırabileceğine” inanıldığı belirtiliyordu.
Ayrıca Bağımsızlık Bildirisinde KKTC’nin BM ilkelerine bağlı kalacağı, bağlantısız bir dış politika izleyeceği, hiçbir askeri bloka katılmayacağı, tesis, garanti ve ittifak anlaşmalarına bağlı olacağı açıklanıyordu. KKTC bağımsızlığını ilan ettiği gün sadece Türkiye tarafından tanındı.
KKTC’nin ilanı Kıbrıs sorununda bir dönüm noktasıdır. Artık iki toplum arasında değil, her ne kadar tanınmasa da iki devlet arasında yaşanan bir sorun söz konusuydu. Bu nedenle de gerek uluslar arası ortamda, gerekse Türkiye ve KKTC’de ciddi tartışmalara neden oldu. İlk tepki Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan’dan geldi. Her ikisi de kararı yasa dışı ve kabul edilemez buldular.
KKTC’nin ilanı Türkiye’de de ciddi rahatsızlıklara neden oldu. ANAP hükümetinin iktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra açıklanan bu karar Özal’ı da rahatsız etti.
Özal hükümetinin programında “Yunanistan’a dostluk elini uzatmak” ticari, ekonomik ve turizm ilişkileri geliştirmek gibi ifadelere yer vermesi” Yunanistan’a karşı izlenecek politikanın ip uçlarını da veriyordu. Kısacası Özal ticari ilişkilerin geliştirmesi halinde siyasi sorunlarında çözülebileceğine inanıyordu.
Halbuki daha önce de belirttiğimiz gibi Papandreu hükümetinin Türkiye’ye bakışı çok farklıydı. İktidarını sağlamlaştırmak için (içeride ) ve Batı ile ilişkilerini meşrulaştırmak için Türk tehdidine sığınıyordu.
Yani Türkiye ile yakınlaşmak gibi bir politika yoktu. 1985 yılında seçimler dolayısıyla sertleşen Yunan hükümeti başta karasuları olmak üzere Türk-Yunan ilişkilerinin temel sorunlarına ilişkin ödünsüz sertlik politikasını sürdürdü. 21 Mart 1985’te bir açıklama yapan Özal, ılımlı tutumunu ilk kez bir tarafa bırakarak bir oldubittiyi kabul etmeyeceklerini ve sıcak bir çatışmaya sebep olsa dahi gerekeni yapacaklarını belirtti.
1985 seçimlerinde PASOK oy yitirmekle birlikte yine de iktidarda kaldı ama artık durum farklıydı. PASOK’un ikinci dönemi birincisinden farklı koşullarda başlıyordu. İzlenen popülist politikalar ekonomiyi çıkmaza sokmuştu.AT Yunanistan’ı bir kemer sıkma programına sokmuştu.
Bu durumda Yunanistan, Türk tehdidini öne sürerek silahlanmaya ayırdığı kaynakları yeniden üretime sokmak durumundaydı ve bunun için Türkiye’yle ilişkilerin yumuşatılması gerekiyordu. Sürekli Türkiye ile görüşmeyi reddeden Papandreu’dan ilk kez diyalog yönünde olumlu sinyaller gelmeye başladı.
Papandreu-Özal görüşmesi iki taraftan da gizli tutuluyordu. Eğer bu buluşma önceden basına sızarsa , Yunan kamuoyunun baskısı karşısında Papndreu’nun güç duruma düşeceğinden ve görüşmeden vazgeçeceğinden çekiniliyordu. İki başbakanın Davos’a biraraya gelmeleri ve Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Dr.Schwarz’ın buluşmayı düzenlemesi kararlaştırılmıştı.
Ancak tam Davos görüşmesi öncesi bir Türk gazetesinin görüşmeyi sızdırması Papandreu’nun görüşmeden vazgeçmesine neden oldu. Sonrasında Dr.Schwarz’ın araya girmesiyle üçlü bir toplantı düzenlendi ama hiçbir olumlu sonuç çıkmadı. I.Davos görüşmelerinden sonra ikili ilişkilerdeki gerginlikler arttı.
Mart 1987 yılında Ege bunalımı yaşandı. Yunanistan Ege’de sondaj çalışmaları yapıyordu , aslında petrol aramaları 1980’lerin başından beri devam ediyordu ama Özal’ın göz yumması, ses çıkarmaması neticesinde olay kamuoyuna yansımamıştı. Şimdi 1987’de tam da Türkiye AT’ye tam üyelik başvurusundan hemen önce biraz da Yunanistan’ın zoru ile böyle bir bunalım yaratıldı.
Bu dönemde Özal Türkiye’de değildi, ve dışişleri bürokrasisi ve Genelkurmay Yunanistan’a artık daha fazla taviz verilmemesi gerektiği görüşündelerdi. Olaylar kısaca şöyle gelişti: 1987 Şubat’ın da Türkiye’nin Atina Büyükelçisi ile görüşen Yunan Dışişleri Bakanı Yunanistan’ın Ege’de petrol arayacağını söyledi.
Genelkurmay’a danıştıktan sonra Yunanistan’a bir nota veren Dışişleri Bakanlığı “Yunanistan’ın mevcut anlaşmaları ihlal ederek Ege’nin ihtilaflı kıta sahanlığında petrol aramayı başlatması durumunda misilmemede bulunulacağı “bildirildi.
Yunanistan bu notaya rağmen tutumunu sürdürdüğü gibi Ege’de tüm Yunan kuvvetlerinin katılacağı bir de tatbikat yapılacağını duyurdu. Yunanistan’ın Ege kıta sahanlığındaki haksız tutumunu protesto etmek amacıyla Sismik I gemisi Türk karasularının dışına çıktı. Ayrıca, Türk ve Yunan silahlı kuvvetleri alarma geçirildi.
Ege’de iki müttefikin sıcak bir çatışmaya girme olasılığı başta Washington olmak üzere NATO üyesi devletleri rahatsız etmişti. İngiltere arabuluculuk yaptı ve bunalım sıcak çatışmaya dönüşmeden yatıştırıldı.
Türk-Yunan ilişkilerinin geleneksel kalıbı bunalımlardan sonra bir diyalog sürecinin başlamasıdır. Mart 1987 bunalımı da bu kurala bir istisna oluşturmadı. Bunalımın atlatılması sırasında iki ülke başbakanları arasında içeriği açıklanmayan bir takım yazışmalar olmuştu. 1987’de yeniden başbakan seçilen Özal’A bir kutlama telgrafı yollayan Papandreu II. DAvos sürecine gidecek diyalog için yeşil ışık yakmıştı.
Türk-Yunan diyalog süreci iki ülke arasında kökleşmiş tarihsel ve siyasal sorunları görüşmek yerine bunları dile getirmekten kaçınmaya dayanıyordu. Dışişleri Bakanlığı tarafından teknik hazırlıklar yapılmadan iki liderin kullandığı özel kişilerin girişimiyle gerçekleşmişti. Dolayısıyla sonuç çıkmadı.
Davos sürecinden sonra olumlu ilk gelişme Türkiye’den geldi. 5 Şubat 1988’de Yunan uyrukluların Türkiye’de bulunan gayrimenkulleri üzerindeki haklarını donduran 1964 tarihli kararname yürülükten kaldırıldı.
Bu gelişmenin hemen ardından Özal ve Papandreu 3-4 Mart tarihlerinde Bruksel’de bir araya geldiler. Yapılan görüşmeler sonrası bir bildiri yayınlandı. İki ülke arasındaki yakınlaşmayı geliştirmenin yolları üzerinde mutabakata varıldı.
Haziran 1988’de Başbakan Özal Atina’ya gitti.Çoğunluğu işadamlarından oluşan 170 kişilik bir heyeti de yanında götüren Özal’ın amacı ticari ilişkileri geliştirerek siyasi ilişkileri düzeltmekti. Ancak ziyaret gazetelere manşet olmanın ötesinde bir başarıya öncülük edemedi.
Özal döneminde KIBRIS SORUNU Özal AT’ye tam üyeliğin ve dış yardım gelmesinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü Kıbrıs sorununun bir an önce çözülmesini istiyordu. Ancak yeni hükümet kurulmadan ilan edilen KKTC Özal’ a Kıbrıs konusunda düşündüklerini yapamayacağını gösterdi. Gerek Türkiye’deki bürokrasi gerekse Denktaş Özal’ın ver-kurtul şeklinde vulgarize edilen Kıbrıs politikasının karşısında yer alarak ulusal tezleri savundular.
KKTC’nin ilanından sonra kesilen toplumlararası görüşmeler tekrar başladı. Denktaş’ın BM Genel Sekreteri Perez De Cuellar’a sunduğu iki toplum arasında işbirliğini artırabilecek öneriler üçlü görüşmelerde ele alındı (Denktaş-Kipriyanu-De Cuellar). Newyork’da devam eden dolaylı görüşmeler (proximity talks) .
Kipriyanu KKTC’nin bağımsızlık ilanı geri alınıncaya kadar Türk tarafıyla doğrudan görüşmeyi reddettiği için BM Genel Sekreteri iki tarafla da ayrı ayrı görüşüyordu. Sonunda bir anlaşma taslağı ortaya çıktı.
Bu taslağa göre, Kıbrıs Federal Cumhuriyeti bağımsız, bağlantısız, iki kesimli, iki toplumlu, iki resmi dilli, bir devlet olacaktı. Federal devletin bayrağı ve anayasasının yanısıra federe devletlerin de kendi bayrakları ve anayasaları bulunacaktı.
Senato ve Meclis’ten oluşan iki yapılı bir parlamento kurulacaktı. Senato’da Kıbrıslı Türkler %50, Meclis’te de %30 temsil edileceklerdi. • Türk federe devletinin toprakları ada topraklarının %29’unu oluşturacaktı. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktı. Kıbrıslı olmayan kuvvetler adadan çekileceklerdi.
New York’ta Denktaş ödün vermenin son noktasına gelmişti: Kıbrıslı Türklerin egemenliğinde kalacak toprakların %30ûn altına inmesini kabul etmiş, rotasyonla cumhurbaşkanlığı usulünden vazgeçmiş, herşeyden önemlisi Türkiye’nin garantisi yerine uluslar arası garantiyi kabul etmişti. • Ama Rum tarafı kabul etmedi. • Zaten Denktaş kabul etmeyeceklerini biliyordu ama çözümsüzlüğü isteyen taraf Türk tarafı olmasın diye bu denli ödün vermişti.
Başarısız New York buluşmasından sonra KKTC 1985’te yapılan referandumla yeni anayasasını kabul etti ve Denktaş cumhurbaşkanı seçildi. • Uluslar arası kamuoyunca tanınmayan KKTC’ye uygulanan ekonomik ambargo Kıbrıs Türk halkını giderek Türkiye’ye bağımlı hale getirmişti. Ekonomisi Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta kalabilen KKTC, Türkiye’deki gelişmelerden doğrudan etkileniyordu.
Bu doğrultuda Özal’ın ekonomide uyguladığı neo-liberalizm adanın kuzeyini de etkisi almakta gecikmedi. • Özal’ın KKTC’ye yönelik ilk politikası adanın kuzeyini serbest bölge yapmak ve yabancı yatırımcıları bölgeye çekmekti. Yine bu amaçla kalabalık bir işadamı topluluğunu bölgeye götürdü ama umduğu yatırımları kimse yapmadı. Asil Nadir dışında.
1988’de Kıbrıs Rum kesiminde yapılan seçimleri Yeorgios Vasiliu kazandı. Yeni lider Kıbrıs Sorununda bir dönüm noktası olabilirdi zira Vasiliu daha uzlaşmacı ve diyaloğa açıktı. • Ancak bu dönemde de önemli bir gelişme olmadı. Kıbrıs sorunu sadece adayla sınırlı bir sorun olarak kalmadı , hem Türk-Yunan ilişkilerini etkiledi, 1980’lerin sonunda NATO içi stratejik tartışmalarda da önemli rol oynadı.
1989’da SSCB’de meydana gelen değişiklikler, Yunanistan’da Papandreu’nun iktidardan ayrılması, Türkiye’de Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, 1990’larda Kıbrıs Rum Hükümetinin AT’ye tam üyelik başvurusunda bulunmasıyla birlikte sorun yepyeni bir boyut kazanacaktır.
ORTADOĞU İLE İLİŞKİLER (1980-90) • 12 Eylül ve Özal hükümetleri dönemi Türkiye’nin dış politikada AT’dan uzaklaştığı, ABD ve Ortadoğu bölgesiyle yakınlaştığı yıllardır. • Özellikle Körfez ülkeleri ile hiç olmadığı kadar ilişkilerin iyi olduğunu göreceğiz. • Bunun altında yatan neden ABD’nin yeşil kuşak projesi mve Ortadoğu bölgesine yönelik ilgisidir.
Yine bu dönemde Suriye ve İsrail ile ilişkilerin oldukça gerginleştiği görülmektedir. • Suriye ile (PKK ve su sorunu yaşanmaktadır) • İsrail (Arap devletleri ve Filistin’le yakınlaşan ilişkilerden etkilenmiştir)