390 likes | 668 Views
KİMYA İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu. çalışmalar. sırasında. yavaş. yavaş. Yapısal. Dönüşüm. belirginleşmeye. başlayan.
E N D
KİMYA İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş Yapısal Dönüşüm belirginleşmeye başlayan Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir. Ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür. 73
Müslüman simyagerilerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek EL- İKSİRi (filozof taşı), yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür. 74
Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır. 75
CÂBİR İBN HAYYÂN Yapmış olduğu kuramsal ve deneysel araştırmalarla kimyanın gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan Câbir İbn Hayyân'ın hayatı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Batıda GEBER adıyla anılır. Câbir de, Aristoteles'i izleyerek maddeyi dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) kuramıyla açıklamaya çalışmış ve bu unsurların nitelikleri (kuru-yaş ve soğuk-sıcak) farklı olduğu için bunların birleşmesinden oluşan maddelerin de farklı özelliklere sahip olduğunu belirtmiştir. 76
Hellenistik Dönem simyagerlerinden de etkilenmiş olan Câbir İbn Hayyân, yeryüzü'ndeki bütün maddeleri 3 ana grupta toplamıştır: Alkol gibi uçucu maddeler. Altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi metaller. Bazı boya maddeleri gibi, uçucu ve metalik olmayan ara maddeler. 77
Cabir’e göre, hiçbir madde doğada saf olarak bulunmaz ama damıtma işlemiyle onları saflaştırmak mümkündür. Ayrıca sadece cansızları oluşturan maddeler değil, canlıları oluşturan maddeler de damıtılabilir. Organik kökenli maddeleri damıtmak suretiyle, Câbir'in çeşitli boyaları, yağları ve tuzları elde ettiği bilinmektedir. Cabir’in Damıtma Düzeneği 78
Metallerin oluşumunu açıklamak maksadıyla ortaya atılmış olan kükürt-civa kuramına göre; altın, gümüş ve bakır gibi metallerin birbirlerinden farklı olmasının sebebi, bu metallerin temelini teşkil eden kükürdün farklılığı ve oluşmaları sırasındaki ısı farkları ve Güneş ışığıdır. Yeni bir metal meydana getirmek üzere birleşen kükürt ve civa daha önceki özelliklerini terk ederek yeni bir birim oluştururlar. Câbir'in bildiği metaller altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalaydan ibarettir. 79
Câbir İbn Hayyân'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, kimya bilimine yapmış olduğu katkıları üç madde altında toparlamak mümkündür: i. Element görüşünün oluşmasına yardımcı olmuştur. Deneylerinde, ölçü ve tartı işlemleri üzerinde hassasiyetle durduğu için, nicellik anlayışının güçlenmesini sağlamıştır. iii. Çalışmaları sırasında geliştirmiş olduğu ii. yeni aletlerle kimya teknolojisinin ilerlemesine aracı olmuştur. 80
KİNDÎ 9. yüzyılda Bağdad'da yaşayan Kindî (yaklaşık 796-870) Ortaçağ İslâm Dünyası'nın büyük filozoflarından birisidir. Arapça'ya çeviriler yapmış, matematik, astronomi, fizik ve kimya gibi bilimlerle de ilgilenmiştir. Optiğe ilişkin çalışmaları, Eukleides'in araştırmalarına dayanmaktadır. 81
Kindî, Câbir İbn Hayyân'ın aksine, “doğada bulunan metaller bileşik değil basittirler ve her birinin kendisine özgü nitelikleri vardır. Birinin diğerine dönüşmesi veya dönüştürülmesi olanaklı değildir. Dolayısıyla simyevî işlemler aracılığıyla, bakır veya kurşun gibi değersiz metallerden altın ve gümüş gibi değerli metaller üretilemez.” şeklinde düşünmektedir. 82
Kindî, Eukleides'in Göz Işın Kuramı'nı benimsemiş ve ışınların gözden çıktığını kanıtlamak için iki gözlemden yararlanmıştır: i. Ona göre bir duyu organının yapısı, onun işlevini belirler. Nitekim kulak sesi toplamak için oyuk ve hareketsiz, göz ise küresel ve hareketli olarak yaratılmıştır. Yapısı gereği etkin olduğuna, yani karanlıkta görmeyi sağladığına göre, ışınların gözden çıktığını kabul etmek daha doğrudur. ii. Eğer görme, algılanan nesnelerin biçiminin göze gelmesiyle oluşuyor olsaydı, göz önüne yanlamasına konulan bir dairenin, bir doğru parçası şeklinde değil, tam bir daire şeklinde algılanması gerekirdi. Böyle olmadığına göre ışınlar gözden çıkmaktadır. 83
Kindi, ışık ışınlarının yayılım biçimiyle de ilgilenmiş ve gözden çıkan ışınların bir koni oluşturduğunu belirtmiştir. Ancak Eukleides'den farklı olarak, bu koninin kesikli olmadığını, tıpkı Batlamyus'ta olduğu gibi, kesiksiz olduğunu söylemiştir. Çünkü ona göre, koninin kesikli olduğunu kabul etmenin temelinde ışınların tek boyutlu olduğu inancı yatmaktadır. Halbuki ışın karanlığa etki ettiğine ve etki etmek, ancak üç boyutlu cisimlere özgü olduğuna göre, ışınlar da üç boyutlu olmalıdır. 84
Kindî'nin koninin kaynağıyla ilgili görüşleri de, Eukleides'in görüşlerinden farklıdır. Ona göre, görsel ışınlar, göz merkezinden değil, dışbükey kısmının her noktasından, yani bugünkü anlamında korneanın her noktasından yayılmaktadırlar. Bu durumda tek bir görsel koni değil, gözlemcinin gözünün yüzeyindeki her noktadan çıkan pek çok koni olacaktır. GÖZ 85
RÂZÎ Yerleşik inançları sorgulayan felsefî düşünceleriyle tanınmış olan Râzî (öl. 925), bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir. Kimya biliminde Câbir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir. Ancak Câbir gibi Aristotelesçi değildir. Maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir. 86
Câbir gibi, bir dizi deney yaparak saf elementi elde etmeye çalışmış ve bu işlemin, maddenin erimesi, çözülmesi, parçalanması, ortaya çıkan parçaların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi gibi ayrı süreçten geçtiğini belirtmiştir. Çalışmaları sırasında yeni kimyevî maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Râzî demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar yapmıştır. 87
Râzî'nin kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir. Rey'deki bir hastanede doktor olarak görev yapmıştır. Kendisine daha çok Hippokrates'i örnek alan Râzî, Hippokrates gibi, hastalarını tedavi süresince dikkatle gözlemiş ve teşhis ve tedavisini bu gözlemler sırasında elde etmiş olduğu bilgiler ışığında yönlendirmiştir. Teşhis sırasında özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur. 88
Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir. Râzî hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrahî müdâhalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir. 89
BİYOLOJİ Erken tarihli biyoloji yapıtları genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya gibi etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır. Çünkü tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. 90
CÂHİZ Dönemin önde gelen düşünürlerinden olan Câhiz, yazmış olduğu yedi ciltlik Kitâbü'l-Hayavân (Hayvanlar Kitabı) eserinde, çok sayıda hayvanı tanıtmış ancak bilimsel olan değerlendirmelerin yanında, bilimsel olmayan değerlendirmelere de yer verilmiştir. Yazılış maksadı, daha çok yaratıklardan örnekler getirmek yoluyla Yaratan'ın varlığını kanıtlamak ve Allah'ın yararsız bir hayvan yaratmamış olmasındaki İlâhî Hikmeti övmekti. Câhiz, canlılar dünyasını, hayvanlar ve bitkiler olmak üzere iki bölüme ayırdıktan sonra, hayvanları hareket biçimlerine göre; Yürüyenler, Uçanlar, Yüzenler ve Sürünenler olmak üzere dört grupta toplamıştır. 91
COĞRAFYA Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, coğrafyacılar, Dünya'nın çapının veya çevresinin hesaplanması, haritaların düzgün bir şekilde çizilebilmesi için uygun izdüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi, Yeryüzü'ndeki önemli noktaların enlem ve boylamlarının belirlenmesi gibi matematiksel işlemlere dayanan matematiksel coğrafya ile bilinen Dünya'nın beşerî ve fizikî özelliklerini kapsayan tasvirî coğrafyanın gelişimi yolunda önemli girişimlerde bulunmuşlardır. Bilhassa, tasvirî coğrafya alanına değerli katkılarda bulunmuşlardır. 92
Matematiksel coğrafya konusundaki çalışmalar, Abbasî halifesi Memûn döneminde (813-833) Arapça'ya çevrilmiş olan Batlamyus'un Coğrafya'sına dayanmakta ve Yunanlılarda olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak kabul edilmekteydi. Memûn, belki de tarihte ilk defa olarak, dönemin meşhur astronom ve coğrafyacılarından teşkil edilmiş bir bilim Yer'in çevresini ölçerek büyüklüğünü kuruluna belirleme görevini vermişti. İki ayrı yerde yapılan ölçümlerde, bir meridyen dairesinin bir derecelik yayına karşılık gelen uzunluk, astronomik yöntemlerle ölçülerek bulunan değer 360 ile çarpılmış ve Dünya'nın çevresinin uzunluğu bulunmuştur. 93
Coğrafyanın bütün alanlarında önemli eserler vermiş olan Biruni de yerölçümü ile ilgilenmiştir. Bu alanda kullanmış olduğu yöntemlerden birincisi, yukarda verilen yöntemin aynısıdır ve söylediğine göre, elde ettiği sonuç Memûn dönemindeki ölçümleri doğrular niteliktedir. İkinci yöntem ise, Biruni'ye aittir. Hindistan'a yapmış olduğu bir seyahat sırasında, geniş bir ovaya hakim olan yüksek bir dağa çıkmış ve orada ölçtüğü ufuk alçalma açısından yararlanarak Yer'in çevresinin büyüklüğünü hesap etmiştir. 94
C h a a = ufkun alçalma açısı r = Yer'in yarıçapı h = dağın yüksekliği olduğuna göre, AMC üçgeninde; cos a = AM / MC = r / r + h A r a r ve buradan r'yi çekersek, r = (r + h). cos a r = r . cos a + h. cos a r - (r .cos a) = h . cosa r. (l - cos a) = h . cos a r = h . cos a /1 – cos a ve l - cos a = 2 sin2 a olduğundan, r = h . cos a / 2 sin2 a olur. a ve h ölçülebildiğine göre, bu formülle Yer'in yarıçapı ve sonra da 2πr'den çevresi bulunabilir. 95 M
MESCÛDÎ "Müslümanların Herodotos'u" lakabıyla tanınan Mescûdî (öl.957), tarihî olayları oluş anlarına göre birbiri ardı sıra dizmeyi amaçlayan tarih anlayışı yerine, yeni bir anlayış geliştirmiş ve olayları hanedanlara ve uluslara göre sınıflama yoluna gitmiştir. Mescûdî, diğer birçok Müslüman coğrafyacı ve tarihçi gibi, bilgi edinmek için uzun gezilere çıkmış ve hayatının son on yılını otuz ciltlik MURÛCU'Z-ZEHEB VE MA'ÂDİNU'L- CEVHER (Altın Çayırlar ve Gümüş Madenler) adlı yapıtını hazırlamak maksadıyla Suriye ve Mısır'da tüketmiştir. Yapıtta, İslâmiyet'in doğuşundan Mescûdî'nin dönemine değin geçen olaylar ayrıntılı bir biçimde anlatıldıktan sonra, Müslümanların temas halinde oldukları uluslar, tarihî bir çerçeve içerisinde bütün yönleriyle tanıtılmıştır. 96
TIP Yunan hekimleri tarafından yazılmış olan bilimsel yapıtlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki tıp bilgisi, geleneksel anlayış ve uygulamalar ile Hazret-i Muhammed'in beden ve ruh sağlığının korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu. Peygamber Tıbbı olarak adlandırılan bu birikim, Müslümanlar arasında yaygın bir biçimde benimsenmiş ve kullanılmıştır. 97
Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasında özellikle Galenos'un görüşlerinin yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamışlar ve yaptıkları araştırmalar sırasında edinmiş oldukları kişisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynaştırarak tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Râzî, Ali İbn Abbâs, İbn Sînâ, Zehrâvî ve İbn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde gelen hekimleri arasında bulunmaktadır. 98
ALİ İBN ABBÂS 10. yüzyılda yaşayan Ali ibn Abbâs Ortaçağ'ın önde gelen hekimlerinden biridir. KİTÂBÜ'S-SINAAT (Tıp Sanatı) adlı kitabı tıpla ilgili bütün konuları içermektedir. Ali İbn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün beden hastalıklarını sırasıyla konu edinmiş ve bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrahî müdahale gerektiren durumlarla karşılaşıldığında, cerrahların şu koşulları göz önünde bulundurmaları gerektiğini savunmuştur: i. Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır. Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir. Ameliyat sonrasında, hastanın bakımına önem verilmelidir. ii. iii. 99
İSLAM FELSEFESİ İslam biliminin kaynaklarından biri de bunun düşünsel temelini oluşturan İslam felsefesiydi. Bu yüzden düşünceleri bilim alanında özellikle etkili olmuştu. Filozof-bilim adamları geleneğinin üç önemli temsilcisi Kindi, Farabi ve İbn Sina'nın varlık ve bilgi teorisi konularındaki görüşlerini kısaca incelemek yararlı olacaktır. 100
KİNDİ Kindi (800-870) İslam felsefesinde Aristocu geleneği izleyen Messai okulunun ilk temsilcisiydi ve kendinden sonra gelen felsefeciler gibi ana amacı felsefi ve dinsel bilgiyi tek bir sistem içinde birleştirmekti. Kindi, felsefe ve din arasında görünürdeki çelişkilerin giderilebileceğine inanıyordu. Buna rağmen Kindi'nin bu tür sorunlara orijinal çözümler getirdiği söylenemez. Evrenin ortaya çıkışı konusunda ise Kindi Aristoteles'in ezeli evren anlayışından ayrılıp İslami yoktan yaratılış görüsünü benimsemişti. 101
Kindi'ye göre varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller), akılla algılanabilenler (tümeller) ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Bilgi teorisi konusunda fazla bir şey yazmasa da diğer İslam felsefecileri gibi genelde Aristoteles'in 'RUH ÜZERİNE' ('Peri Psuche') adlı eserindeki Akıl (Nous) anlayışını benimsemişti. 102
Bilimleri sınıflandırışı da Aristocu nitelikteydi ve varlık teorisini takip ediyordu. Değişime tabi varlıkların incelendiği fiziksel bilimler (fizik, biyoloji, coğrafya, vb.); Değişmez formların konu edildiği mantıksal bilimler (matematik, mantık, müzik, metafizik, astronomi); Maddeden tamamen bağımsız varlıkların konu edildiği dinsel bilimler. Bunlar aynı zamanda önemsizden önemliye doğru sıralanıyordu. 103
FARABİ Farabi'ye (870-950) geldiğimizde ortada çok daha tutarlı ve özgün bir felsefi sistem olduğunu görüyoruz. Farabi Kindi'den farklı olarak Aristocu felsefenin kendisinden ziyade bunun özellikle kozmolojisi itibariyle İslam'la daha uzlaşabilir gibi görünen Yeni-Platoncu yorumunu benimsemişti. 104
Ona göre doğrudan gerçeğe ulaşmanın yolu felsefeydi; din ise bu gerçeğin halkın anlayabileceği şekle sokulmuş haliydi. Dinle felsefe arasındaki görünüşteki çelişkiler dinin sembolik anlatımından kaynaklanıyordu ve bu gibi durumlarda akıl yoluyla varılacak sonuçlar esas alınmalı, dinsel hükümler buna göre yorumlanmalıydı. 105
Farabi temelde evrenin yaratılışındaki teorisi; göksel ve dünyevi varlıklar ilk varlık olan Allah'tan türemişlerdi. Allah'tan ilk olarak ilk akıl çıkmış, bu da hem en dıştaki gök katına hem de İkinci Akıl'a sebebiyet vermişti. Böylece sırayla on Akıl ve bunların her birine ait olan dokuz gök katı (ki son yedisi o zaman bilinen yedi gezegene karşılık gelir) ortaya çıkmıştı. Onuncu Akıl sayesinde evrenin merkezindeki dünya yaratılmıştı. Değişime tabi varlıkların yer aldığı bu Ay-Altı alemde en aşağı seviyede ezeli madde vardı. 106
Bundan dört temel eleman (su, toprak, ateş, hava), onlardan da sırasıyla mineraller, bitkiler, hayvanlar ve son olarak insan ortaya çıkmıştı. Farabi burada, varlık ve bilgi teorilerini bir araya getirecek şekilde, insanın en üst düzeydeki varlığını da akıl olarak görür. Farabi İslami düşünceyle Yunan düşüncesini içine alan büyük bir sistem kurmuş, fakat bu sistemin İslami yönü oldukça zayıf kalmıştı. Felsefeyi Müslümanların gözünde daha cazip hale getiren ve İslam tarihindeki en etkili sentezi gerçekleştiren Farabi'nin takipçisi İbn Sina olacaktı. 107
İBN SİNA İbn Sina (980-1037) Aristocu ezeli evren görüsüyle İslami yoktan yaratılış görüşünü uzlaştıracak bir formül buldu. Bunun için Aristoteles'in metafiziğinde önemli bir değişiklik yaparak varoluş (vucud) ve öz (mahiyet) kavramlarını birbirinden ayırdı. Çünkü, bir şeyin özünü bilmek o şeyin varolup olmadığını bilmekten bağımsızdı. 108
Varlıklar zorunlu ve mümkün olmak üzere iki çeşitti. Varolmadıklarını varsaymanın bir çelişki yaratmadığı varlıklar mümkün varlıklardı ve bunlar varoluşlarını kendi dışlarında bir varlığa borçluydular. Bu açıdan bakıldığında dünyada gördüğümüz bütün nesneler gibi evrenin kendisi de mümkün bir varlıktı. Mümkün varlıklar zincirinde sonsuza kadar geriye gidemeyeceğimize göre varlığı kendi dışında bir şeye bağlı olmayan ve diğer her şeyin varlığını borçlu olduğu bir zorunlu varlığı kabul etmemiz gerekiyordu. Bu varlık da ALLAH'tı. Sadece Allah'ta varoluş ve öz aynı şeydi. Diğer bir değişle Allah'ın özü varolmaktı. 109
Yaratmanın anlamı da Allah tarafından özlere (veya formlara) varlık verilmesiydi. Fakat bu, zaman içinde gerçekleşen bir olay değildi. Yani evrenin varolmadığı bir zaman yoktu ve bu açıdan evren ezeliydi. Allah'ın evrene önceliği zaman bakımından değil mantıksal açıdandı. Zira İbn Sina'ya göre yaratılışı zaman içinde gerçekleşen fiziksel bir olay olarak görmek içinden çıkılmaz çelişkiler yaratıyordu. 110
Ayrıca İbn Sina'nın sisteminde yaratılış, Farabi'nin ki gibi bir süreç olmaktan çıkıp Allah'ın iradesine bağlı kılınıyor ve böylece İslam'ın ruhuyla da daha uyumlu hale geliyordu. 111