430 likes | 665 Views
5. 4. 3. 2. 1. BATI VE İÇ SÖMÜRÜ Taner Tatar. KENDİNİ YİYEN BATILI YA DA "HOMO HOMİNU LİPUS" ÇAĞI.
E N D
5 4 3 2 1 BATI VE İÇ SÖMÜRÜ Taner Tatar
Batı tarihinde iç sömürünün yaygın olarak gözlendiği ve daha çok ön plana çıkan dönem kölelik çağı olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu çağda dünyanın bir çok bölgesinde köleliğin görülmesine rağmen, batılı kendi tarihini aklaştırma ve şirin gösterme çabası içerisinde, köleliğin en yoğun olarak yaşandığı, birer şehir devletleri olan "Polis"leri demokrasinin beşiği olarak göstermiştir. Antik Yunan demokrasisi olarak ifade edilen bu dönem öylesine idealize edilmiş ve anlatılmıştır ki, ütopik devletlerdeki ilişkiler sistemini bile geride bırakmıştır. Halbuki söz konusu dönemde tam bir kölecilik uygulama ve zihniyeti hâkimdir.
Nitekim dönemin filozofları da böyle bir ilişkiler sisteminin çerçevesini sunmakta ve fikrî temellerini ortaya koymaktadırlar. Zira efsaneleştirilmiş olanı bir tarafa bırakıp Antik Yunan demokrasisine baktığımızda, demokrasinin yaşandığı yer olarak kabul edilen Atina sitesinde, Platon ve Aristo gibi düşünürler, her insanı "insan" olarak kabul etmeyen kölelik rejimini korumakta, aristokrasiye doğru yönelmektedirler.
Karl Popper'ın deyimiyle Platon "açık toplumun düşmanı" olarak ortaya çıkmaktadır. Düşüncede karşı olunan demokrasi, uygulamada da kelime manasına dahi ters düşen bir biçimde azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü şeklindedir. Azınlık ki bunların dışında kalanların bir çoğu (köleler) insandan dahi sayılmamaktadır.
Avrupa'da insana bağlı köleliğin sona ermesiyle birlikte bunun yerini toprağa bağlı kölelik (serflik) almıştır. Artık köle ancak toprakla birlikte alınıp satılabilen bir varlıktır ve her şeyiyle birlikte toprak sahibine bağlıdır. Feodal dönem olarak adlandırılan bu çağda, Avrupa defalarca kitleler halinde ölümlere sahne olmuştur. Böyle bir sömürü sisteminde artan nüfusu besleyemeyen sistem, nüfusun önemli bir kısmını ölüme terk etmek suretiyle üzerindeki ağırlığı atmıştır.
Nitekim nüfus artarsa veya azalırsa, her şey değişmektedir. Eğer insanlar daha kalabalık hale gelirlerse, üretim ve mübadelede artış meydana gelmekte; işlenmeden duran ormanlık, bataklık veya tepelik toprakların sınırında ekim alanlarının ilerlemesi; imalatın ilerlemesi, köylerin ve bundan da sık olarak şehirlerin büyümesi gerçekleşmektedir. Ancak bunun yanında olumsuz etkileri de olmaktadır ki en önemlisi, artan miktarda bir aşırı insan yükü, toplumların beslenme imkanlarını aşmaktadır.
Dolayısıyla salgınlar ve kıtlıklar (önce birincisi belirmekte, sonra da ikincisine refakat etmektedir), beslenecek boğazlarla, zor sağlanan iaşeler arasındaki, işgücü ile istihdam imkanları arasındaki dengeyi yeniden kurmaktadırlar. Çok büyük kalabalıktaki bu ayarlamalar, eski rejim yüzyıllarının güçlü hattını meydana getirmektedirler. Bu dalgalanmalar, Batıda; 1100 - 1350 arasında uzun bir nüfus artışı, 1450 - 1650 arasında bir başkası ve 1750'den itibaren artık gerileme içermeyen bir diğer yenisi olarak görülmektedir.
Albrecht Dürer (1471-1528) MAHŞERİN DÖRT ATLISI 1497 Birinci Atlı; beyaz bir at üzerinde oturur. Başında bir taç vardır ve Tanrı’nın dünyasını, hayatı ve umudu temsil eder.
Albrecht Dürer (1471-1528) MAHŞERİN DÖRT ATLISI İkinci Atlı; savaş, kan kırmızısı bir küheylana biner ve kocaman bir kılıç taşır. Bu atlı iktidarı ve resmi politikaları temsil eder.
Albrecht Dürer (1471-1528) MAHŞERİN DÖRT ATLISI Üçüncü Atlı; siyah bir atın üzerinde seyahat eder ve refah ve kıtlık’ı ölçmek üzere bir terazi taşır.
Albrecht Dürer (1471-1528) MAHŞERİN DÖRT ATLISI Dördüncü Atlı; soluk ve kansız bir ata binmektedir. Hem veba hem de ölümdür.
XIV. yüzyılın ortasındaki Kara Veba'dan ve onu izleyen ve onun darbelerini daha da ağırlaştıran salgınlardan sonra, miraslar birkaç kişinin ellerinde yoğunlaşmıştır. Yalnızca iyi topraklar işlenmiş (daha az zahmetle, daha çok verim), hayatta kalanların, hayat standardı ve gerçek ücretleri yükselmiştir. Böylece Batıda 1350 - 1450 arasında, köylünün ataerkil ailesiyle birlikte, boş bir ülkenin efendisi olacağı bir yüzyıl başlamıştır; vahşi ağaç ve hayvanlar, eskinin müreffeh kırlarını işgal etmiş durumdadırlar. Fakat insanlar kısa bir süre sonra yeniden çoğalacak, vahşi hayvan ve bitkilerin ondan aldıklarını yeniden fethedecek, tarlaları taşlardan temizleyecek, ağaç ve makilerin köklerini sökeceklerdir ve bizzat bu ilerleme onların omuzlarına çökecek, sefaletini yeniden yaratacaktır. 1560 veya 1580'den itibaren İspanya, İtalya ve muhtemelen tüm Batı'da olduğu gibi, Fransa'da da nüfus yeniden çok fazla hale gelmiştir. Monoton tarih yeniden başlamış ve kum saati tersine dönmüştür • Her nüfus gerilemesi belli sayıda meseleleri çözmekte, basınçları yok etmekte, hayatta kalanları ayrıcalıklı hale getirmektedir. Bu, ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir ilaçtır, ama gene de bir ilaçtır.
Ancak ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir çare olarak ifade edilen, insanların ölüme terk edilmeleri son derece acı ve vahşet dolu sahnelerle gerçekleştiği gibi ayak kendiliğinden kırılmamış, sömürenler tarafından bu insanlar böyle bir akıbete sürüklenmişlerdir. Nitekim bu sahnelerden biri, bu hususta bize vahşetin boyutlarını yeterince göstermektedir:
“Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarlalardaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi, çoğu yerde de yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı. İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok insan ölüyordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu...
İrlanda’da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk kilise avlularındaki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler... Polonya ve Sibirya gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve yamyamlığın hâlâ gündemde olduğu söyleniyor. Anne- babalar çocuklarını, çocuklar anne-babalarını öldürdüler ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan kapışıldı."
Bu sahneleri göz önünde bulundurduğumuzda Thomas Hobbes'un "homo hominu lipus" yani "insan insanın kurdudur" sözünün niçin söylendiği anlaşılmakta -her ne kadar kurt leş yemese de- bu ifadenin Avrupalı için ne kadar doğru olduğu görülmektedir.
Yine başka bir anlatımla, “1308-1332 yılları arasında Avrupalıları bir deri bir kemiğe döndüren kıtlıklar, insanları ısırganotu, güvercin pisliği, hatta çocukları yemeye zorladı. Birçok şehirde kedi ve köpekler kazanlar içinde yok olurken, aç kalabalıklar katillerin ve hırsızların etlerini kapışmak için darağaçlarına koşuşturdu. Öyle ki bu süreçte Papa IV. Clement’in ölü sayıcılarının tahminine göre, 1348-1351 yılları arasında Büyük Ölüm, 23.840.000 insanı ortadan kaldırdı. Bu rakam Avrupa nüfusunun %31’ini oluşturuyordu.”
Özellikle, veba salgını ile gelen ölümler Avrupa’da yayıldıkça, korku dolu insanlar öfkelerini Yahudileri yakarak çıkarmaya çalıştılar. Ortaçağ’da bir çok meslekte çalışmaları yasaklanmış olan Yahudiler, rehincilik, tefecilik ya da mezar kazıcılığı gibi işler yapıyordu. Katolik krallar ve kraliçeler, yüzde 20 faizin bıraktığı kârın büyük kısmına el koymalarına rağmen, bütün kızgınlığın Yahudi tefecilere yönelmesine ses çıkartmıyorlardı. İsterik veba kurbanları, Yahudileri kuyu sularını zehirlemek ve “havayı bozmak”la suçladığında, borçlular ve yoksullar Yahudileri kitleler halinde öldürmeye başladı.
Basel’da, Hrıstiyanlar “kuyu zehirleyici” birkaç yüz Yahudiyi yakmak için tahtadan özel bir ev yaptı. Bazı şehirlerde, Katolik rahipler Yahudileri yakmadan önce kazıklara çiviledi, bazıları Yahudileri şarap fıçılarına kapatıp Ren Nehri’nin sularına attı. Yahudiler ise genellikle kendilerini yakarak, ateşle oynamayı seven cellatlarını bu zevkten mahrum bıraktı. 1351’de, Büyük Ölüm’den yalnızca iki yıl sonra, Orta Avrupa’da neredeyse hiç Yahudi kalmamıştı
Yine bu dönemde kıtlığın boyutlarını göstermesi bakımından ve aç kalanların nasıl ölüme terk edildiklerini göstermesi bakımından şu hadise zikredilmeye değerdir: "..... Kıtlık durumunda, onun için kente göç etmekten, orada olabildiğince yığılmaktan, sokaklarda dilenmekten, tıpkı Venedik veya Amiens'de XVI. yüzyılda bile olduğu gibi orada ölmekten başka bir çözümü yoktur. Kentler bir süre sonra, yalnızca yakın çevrelerinin ihtiyaç içindeki insanlarının olayı olmayıp, aynı zamanda da bazen çok uzaklardan gelen gerçek fakir ordularını harekete geçiren bu istilalara karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Troyes keti 1573'te, kırsal alanında ve kendi sokaklarında, paçavralar içinde, bit ve pireyle kaplı, aç "estrangers", yabancıların zuhur ettiğini görmüştür. Bunlara buralarda ancak 24 saat ikamet izni verilmiştir.
Fakat burjuvalar kısa bir süre sonra, bizzat kentteki ve yakınlardaki kırsal alanlardaki sefiller arasında bir halk ayaklanması tehlikesinden kaygılanmışlar, adı geçen Troyes kentinin zenginleri ve yöneticileri bu durumdan kurtulmak için toplantı yapmışlardır. Bu toplantının kararı, bunları kent dışına atmak yönünde olmuştur. Bunu yapabilmek için, oldukça bol miktarda ekmek pişirtmek, bunları dağıtmak üzere fakirleri kapılardan birinin önüne toplamak gerekecektir, onlara sır vermeden, herbirine ekmeğini ve bir miktar parayı dağıtırken, bunlar bu kapıdan dışarı çıkartılacaklardır, sonra en sonuncusu da çıkınca, kapı kapatılacak ve surların üstünden onlara hayatlarını kazanmak üzere Allah'a başka bir yerde gitmeleri ve Troyes'a gelecek hasattan önce dönmemeleri söylenecektir. Yapılan iş de bu olmuştur. Dağıtımdan sonra Troyes kentinden kovulan fakirler iyice korkuya kapılmışlardır...
Burjuva vahşeti XVI. yüzyılın sonuyla birlikte, ondan da fazlası XVII. yüzyılda ölçüsüz bir şekilde ağırlaşacaktır. Sorun: fakirleri zarar veremez duruma getirmek. Paris'te ezelden beri hasta ve sakatlar hastanelere sevkedilmekte, sağlamlar ise, ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak ağır ve iğrenç bir iş olan, kentin çukurlarının temizlenmesine yollanmaktadırlar. İngiltere'de kraliçe Elizabeth'in saltanatının sonundan itibaren poor laws ortaya çıkmaktadır, bunlar fiili olarak fakirlere karşı yasalardır
Bütün bu süreç içerisinde Hıristiyan Avrupa önce kendi kendini sömürgeleştirme işini tamamlamıştır. Dini sınırlarını gelecek beş yüzyıl için saptamıştır. Yakalamış olduğu ilk fırsatta kendi içindeki "öteki"lere kefen giydirmeyi seçmiştir. Nitekim Müslümanların durumu 1494'ten itibaren bozulmaya başlamıştır. 1499 yazında Granada nüfusunun ezici çoğunluğunun hala Müslüman olduğunu ve "elches"in -1491 anlaşmalarının güvenceler verdiği, Müslüman olmuş Hıristiyanlar- burada hala serbestçe yaşadıklarını fark eden katolik krallar, sadık dostları Talevera'yı görevden almışlar ve yerine Cisneros'u geçirmişlerdir, o da Müslüman çocukları vaftiz ettirmiştir.
Bununla da kalınmamış büyük bir çoğunluğu katledilmiştir. Nitekim, X. Yüzyılda İspanyolların büyük bir çoğunluğu Müslümanken, 1600'de, İspanya nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte, Hıristiyanlaştırmaya karşı direnişi sürdüren Müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika'ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulmuş, dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk şartlarında hayatını kaybetmiş ve bunların servetlerine el konulmuştur.
Bu süreç içerisinde yapılan katliamlar sadece Müslümanlar üzerine olmamıştır. Benzeri vahşete Yahudiler de maruz kalmıştır. Şu satırlar mevcut durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir: • “İsrail oğullarının İspanya’daki sayıları, ihtişamlarının yağmalandığı yılda üç yüz bindi; ve malları ile gayrimenkul ve menkul servetlerinin ve yaptıkları bol miktardaki hayrın değeri binlerce kere bin saf altından daha fazlaydı, bu zenginlikleri felaket günleri için saklıyorlardı ve bugün, sürgüne gönderilmemizden ve harap edilmemizden dört yıl sonra her şey acı bir şekilde sona erdi, çünkü onlardan yaklaşık on bin erkek, kadın ve çocuk kaldı; ve zenginliklerini ve doğdukları ülkeden kendi elleriyle getirdikleri her şeyi sürgün yerlerinde bitirdiler.”
Bu dönemde Yahudilere dünyanın hiçbir yerinde yaşama imkânı tanınmazken, onlara sadece Türklerin kucak açmaları oldukça dikkate değerdir. Zira Osmanlı ıstırap içerisindeki bu insanlara şefkat elini bir an bile tereddüt etmeden uzatmıştır. Böyle bir yardımın önemini kavramak bakımından, bu insanların başka yerlerde nasıl bir karşılama merasimine tabi kaldıklarını bilmek gerekir. İşte bunlardan sadece birisini zikretmek, sanırız yeterli olacaktır: Osmanlı’da Bir Ermeni Ailesi
“Provence’a yakın adalarda karaya çıkartılanların arasında, yanında açlıktan ölen yaşlı babasının bulunduğu bir Yahudi vardı, bu kişi bir lokma ekmek dileniyor, bu yabancı toprakta kimse bunu ona vermeyi istemiyordu. Bunun üzerine bu adam yaşlıyı yeniden canlandırmak üzere en büyük oğlunu ekmek karşılığında satmaya gitti, ama babasının yanına döndüğünde onun cesedinden başkasını bulamadı. Üstünü başını parçaladı ve oğlunu geri almak için fırıncıya gitti,ama fırıncı çocuğu ona geri vermek istemedi. İç parçalayan çığlıklar attı ve acı göz yaşları döktü, yardımına kimse gelmedi”
San Diego fakirleri 1645 Murillo
Yaşanan ıstırap dolu sahneler, sadece bu yüzyıllara ait değildir. Oldukça yakın sayılabilecek tarihlerde bile bu ve benzeri sahneleri görmek mümkündür Nitekim 1780'li yıllardaki Paris, hiç de geçmişi aratmamaktadır: "Paris'te 1780'li yılların ötesinde, her yıl ortalama 20.000 kişi ölmektedir. bunların 4000'i hayatlarını hastahanede bitirmektedir; "kaba bezlerin içine dikilen" bu ölüler Clamart'ta sönmemiş kireçle sulanan ortak bir çukurun içine karmakarışık bir şekilde gömülmektedirler. Gerçekte, her gece sürüklenen ve Hotel-Diev'den ölüleri güneye doğru taşıyan el arabasından daha ürpertici ne vardır? "Çamura bulanmış bir papaz, bir çan, bir haç", fakirlerin gerçek konvoyu budur. Hastane "Tanrının Evi? Burada herşey sert ve kötüdür"; 5000 veya 6000 hasta için 1.200 yatak: Yeni gelen, ölen birinin veya bir cesedin yanında yanyana yatırılacaktır.
Ve hayat, henüz başlangıcında daha cömert değildir. Zira Paris 1780'e doğru 30.000 kadar doğumdan 7-8.000 kadar terkedilmiş çocuk kaydetmektedir. Bu çocukları hastaneye bırakmak bir meslektir, adam bunları sırtında " içine üç tane alabilecek örtülü bir kutuda" taşımaktadır. Çocuklar kutunun içinde kundaklanmış olarak ayaktadırlar, yukarıdan nefes almaktadırlar. Taşıyıcı kutusunu açtığında çoğunlukla bunlardan birini ölü bulmaktadır; yolculuğunu diğer ikisiyle tamamlamaktadır ve elindekilerden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır ve hemen ekmek parası olan işine yeniden başlamak üzere geri dönmektedir
GÜNEY ALMANYA BURJUVA EVİ 15 Y.Y.
Fransa’da bu son derece acı sahneler yaşanırken, tartışılan çözüm önerileri de en az yaşananlar kadar dehşet vericidir. Zira 1783 yılında Ticaret Odası temsilcileri, “nüfusun büyük bir kısmını yok etmek üzere İngiltere’den belli sayıda kurt getirilmesi”ne yönelik, birkaç yıl önce verilmiş bir öneriyi tartışmaktadırlar
Bu ve benzeri sahnelerin daha nicelerini tarihin sayfaları arasından hiç de zorluk çekmeden bulabilmek mümkündür. Ancak Avrupalı sadece kendi içerisindekileri değil, dış dünyadaki "öteki"leri de katletmekten bir lahza olsun çekinmemiştir.
BİTTİ Doç. Dr. Taner TATAR
BİR SONRAKİ DERSE KADAR HOŞÇAKALIN