390 likes | 932 Views
CİHAD RUHU VE ÇANAKKALE ZAFERİ’NDEN ALINACAK DERSLER. OSMAN HARBİ MERKEZ VAİZİ. Cihadın Anlamı ve Önemi.
E N D
CİHAD RUHU VE ÇANAKKALE ZAFERİ’NDEN ALINACAK DERSLER OSMAN HARBİ MERKEZ VAİZİ
Cihadın Anlamı ve Önemi • Arapça’da “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanmak” anlamına gelen cehdkökünden türeyen cihad, İslami literatürde “dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele etmek şeklindeki genel kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş; tasavvufta ise nefs-i emmareyi yenme çabası için kullanılmıştır.
Cihad, Kur’an-ı Kerim’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; “cihad eden” anlamındaki mücahid ise iki ayette zikredilmiştir (Muhammed FuadAbdülbaki, Mu’cem, “chd” madd.). Bu ayetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta (Tevbe, 41/44-86), bir kısmında da cihad “Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek genel anlamıyla geçmektedir.
Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi hadis mecmualarında da “kitabü’l-cihad” veya ”fezailü’l-cihad” başlıkları altında toplanmıştır. Genel anlamda cihaddan ve faziletlerinden bahseden hadisler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çeşitli hadisler de vardır. • “Mücahid nefsiyle cihad edendir”(Tirmizi, Fezailü’l-Cihad,2). • ”Mü’min kılıcı ve diliyle cihad eder” (Müsned, VII/456). • ”Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin”(Ebu Davud, Cihad,17; Müsned, III/124). • “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir” (Ebu Davud, Melahim, 17, Tirmizi, Fiten,13).
Hz. Peygamber, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “ kim onlarla eliyle cihad ederse o mü’mindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mü’mindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mü’mindir” (Müslim, İman,80). Buyurmuştur. • Savaşa çıkmakta olan İslam ordusuna katılmak için gelen birine, ana-babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “o halde onlara hizmet yolunda cihad et”(Buhari, Cihad, 138; Müslim, Birr, 51). Buyurmuşlardır. • Hz. Aişe (R.A), “Ey Allah’ın Resulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse bizim de cihad etmemiz gerekmez mi?” diye sormuş, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır”(Buhari, Cihad, 1). Şeklinde cevap almıştır.
Peygamberimizin bu açıklamaları cihadın gerek kapsamı gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir. Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslam’ı diğer insanlara tebliğe, İslam ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silah gibi her vasıtayla yapılabilmektedir.
Hukukçular, cihadla ilgili ayet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fasıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında genel olarak “gayri Müslimlerle savaş” şeklindeki özel manasını ön plana çıkararak “Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek” şeklinde tarif etmişlerdir(Kasani, VII/97; ibn Abidin, IV/121).
Cihadın Hükmü • Normal şartlarda cihadın farz-ı kifaye, umumi seferberliği gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayn olduğu hususunda Müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler.
Kâfirlere Karşı Cihadın Meşruluğu • İslam hukukçuları, kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının sebepleri üzerinde etraflıca durmuşlardır. Bunlar, Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kaideleri kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tespit ettikleri gibi harbin meşruluğu meselesini de tartışmışlardır. Fakihlerin çoğunluğuna göre İslam’da savaşın sebebi, inkârcıların Müslümanlara savaş açmaları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Bazı âlimler ise, inanmayanların İslam’a ve Müslümanlara zarar vermelerinden başka onların gayri müslim olmaları, onların bir savaş sebebi sayılmaları için yeterlidir. Buna göre İslam hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşruiyet sebebinin düşman tecavüzü olduğunu; Müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanın öldürülmesinin caiz olmadığını belirtmişlerdir.
Savaşın mubah olmasını, inkârcıların Müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan hukukçuların dayandıkları deliller şunlardır: • 1-“Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın”(Tevbe, 9/36). “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerseartık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur”(Bakara, 2/193). İbnHümam’a göre bu ayetlerin ilkinde müşriklere karşı girişilen savaş, onların Müslümanlara karşı savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayri müslimlerin güç ve hakimiyetlerini zayıflatarak Müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine mani olmak maksadıyla emredilmiştir (Fethu’l-Kadir,V/189). Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara, 2/190) ayeti de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir.
2-Peygamberimiz (S.A.V.), savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, “Bu kadın savaşmıyordu” diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Halid b. Velid’ e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir (İbnMace, Cihad,30; Hakim, II/122;Beyhaki, IX/91). Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve Müslümanlar üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etmek için savaşılacağını gösterir (Serahsi, X/5). Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadının fiilen savaşmaması hasebiyle öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Aynı sebeple çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşmayan, fiilen muharip olmayanların öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır.
3-Kalple ilgili bir durum olan inkârın zararları başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil ahirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse mü’minlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı masum insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vacip olur (Kasani,IV/3). • 4-“Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur”(Bakara,2/193). Ayeti harbin meşru kılınmasındaki maksadın kulların Allah tarafından imtihan edilmeleri değil düşmanın şerrinden Müslümanları korumak olduğunu göstermektedir (İbnHümam, V/190).
5-İslam’a göre prensip olarak insan masumdur. Allah mahlûkatın yok edilmesini dilemediği gibi onları öldürülmek için de yaratmamıştır. • 6-Kur’an-ı Kerim’de, kendileriyle savaşılan Ehl-i kitabın cizye vermesi halinde onlarla savaştan vazgeçilmesi emredilmiştir (Tevbe, 9/29). Savaş onların inkârcılıklarına ceza olarak meşru kılınmış değildir, maksat onlarla Müslümanların barış içinde yaşamalarını sağlamaktır. Bundan dolayı muharip kâfir(harbi), zimmî statüsüne girmeyi kabul edip savaştan elini çektiği takdirde öldürülmesine sebep kalmadığı için öldürülmeyecektir. Müslüman olmayanlarla savaşın sebebi küfür olsaydı savaşın son bulması için ayette onların zimmi olmalarıyla yetinilmez, İslam’ı kabul etmeleri şart koşulurdu.
7-İslam, dinde baskıyı kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünme mümkün değildir. Ayrıca, inanmayanların hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktır. Şu halde Müslümanlara silahlı saldırıda bulunmayan gayri müslimlere karşı öncelikle yapılması geren şey onlarla savaşmak değil barışçı davet yollarına başvurmaktır.
Gayri müslimlerin varlığını bizatihi savaş sebebi sayan anlayışla, onların saldırılarından, her türlü zulüm ve kötülüklerinden İslam’ı ve Müslümanları korumak için onlarla savaşılması anlayışını besleyen amillerin yaşanmış tarihi tecrübeler olduğu unutulmamalıdır. Müslüman hukukçuların kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayri müslim dünyaya karşı anlayışları şekillenmiştir. Peygamberimizin sağlığında ve ondan sonraki dönemlerde Müslümanların maruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar, gayri müslimlere karşı güvensizliğin temelini teşkil etmiş, Müslümanlarla gayri müslimler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde büyük ölçüde bu tarihi tecrübeler rol oynamıştır.
Bir başka ifade ile cihadın meşruluğu konusunda bir grup küfrü, bir grup da Müslümanlara savaş açılmasını esas almakla birlikte özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar, uygulamada aynı ilişki biçiminde karar kılmalarına yol açmıştır. İstila, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslam dini (Bakara,2/205; Nisa, 4/94; Kasas, 28/83), savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, islam’a ve İslam ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir.
Günümüzde Cihad • Bütün cepheleriyle ilahi mesajı insanlığa duyurma amacını güden, bu sebeple de her devirde canlı tutulması zorunlu olan cihad faaliyetinin günümüz şartlarında hangi metotlarla yürütülmesi gerektiği, üzerinde durulacak önemli bir konudur. Cihadın tabii ve kalıcı yöntemlerini maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Her iki yöntemi de bir arada zikreden Nahl suresindeki 125. Ayet, önce manevi nitelikteki hikmeti ve güzel öğüdü, sonra da en güzel metotla olmak şartıyla maddi ve bedeni mücadele faktörünü önerir. İlgili ayetlerde olabildiğince güzel bir şekilde yürütülmesi istenen maddi nitelikteki yöntemin örnek sayılabilecek ilk uygulamaları Asr-ı saadet’in daha çok Medine döneminde göze çarpar.
Günümüz inanç ve fikir akımları, ideolojileri ve hâkimiyet emelleri karşısında cihadı yürütecek kişi ve zümrelerin öncelikle ilim ve imanla donanmaları gerektiği ortaya çıkar. İslam’a davet görevini yürütecek mücahid bilinçli ve basiretli olmak (Yusuf,12/108), yani davasının dayandığı delillere, doğrularla yanlışları kesin olarak ayırıp ortaya koyacak bilgilere vakıf olmak ve bunlara dayanarak faaliyetlerini sürdürmek zorundadır. Bu yolda dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da dinin bir bütün olarak alınmasıdır. Zira ferdin, ailenin ve bütün kurumlarıyla toplumun hayatına yönelik düzenlemeler getiren İslam’ın bu düzenlemelerinde ayırım yapıldığı takdirde Müslümanlığın özelliğini kaybedeceği ve tahrife uğramış eski dinlerin durumuna düşeceği açıktır. Hâlbuki İslamiyet bir daha yenilenmeyecek olan son ilahi dindir.
Kur’an’da başta tahripçi Ehl-i kitap bilginleri olmak üzere, dini yozlaştırmaya taraftar olan gruplara şöyle hitap edilir: “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyor sunuz? Şunu bilin ki içinizde böyle yapanların akıbeti dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine maruz kalacaklardır” (Bakara,2/85). • İ’la-yıkelimetullah için yapılan cihada katkıda bulunmanın diğer bir şartı dinin ortaya koyduğu inanç esaslarına iman etmek, İslam’ın bütün dünyaya huzur ve mutluluk getirecek en mükemmel din olduğuna samimiyetle inanmaktır. • Din insanları dünya ve ahiret mutluluğuna davet eden ilahi bir kurum olduğuna göre, din davetçilerinin davet ettikleri ilkelerle yaşayışlarının uyumlu olması, iyinin canlı temsilcileri durumunda bulunmaları gerekir.
Cihad Yöntemleri Günümüz şartları içinde takip edilmesi gereken cihad Yöntemlerini “ekonomi”, “kültür” ve son olarak “savaş”lailgili olmak üzere üç noktada toplamak mümkündür:
Ekonomi Savaşı: Müslümanlara karşı husumet besleyen insanların ellerine yetki ve imkân geçtiğinde yeryüzünde ekin ve nesli bozmak için çaba gösterecekleri Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir (Bakara,2/204-205). Bazı müfessirler bu ayetleri, Asr-ı saadet’te cereyan etmiş olan bazı ayetlerle sınırlamak istemişlerse de müfessirlerin çoğunluğuna göre ayetlerin mana ve muhtevası mutlak olup her dönem ve mekanın hak- batıl mücadelesini kapsamaktadır (Razi, V/214-218). Ekonomik savaş konusunda İslam, bir tarafdan, faiz, ihtikâr, rüşvet ve hırsızlık gibi haksız yollarla kazanç elde etmeyi yasaklamak, israfa karşı tedbirler getirip kanaatkârlığı teşvik etmek suretiyle Müslüman toplumu meşru bir ekonomik düzen içinde güçlendirmeyi amaçlamış, diğer taraftan askeri güç yanında ekonomik güce sahip olmanın da önemini çeşitli vesilelerle vurgulamıştır.
Cihadla ilgili ayetlerin çokça yer aldığı Enfal suresinde, düşmanlar için caydırıcı olacak kadar güç kazanma yolunda gayret edilmesi emredilmiş ve Allah yolunda harcanacak şeylerin hiçbirinin zayi olmayacağı hatırlatılmıştır (Enfal, 8/60). Hz. Peygamberin “Veren el alan elden hayırlıdır”(Buhari, Zekât,18) hadisi de ekonomik gücün önemini vurgulayan hakimane bir ifadedir.
Kültür Savaşı: İslam’daki bütün emir ve tavsiyeler insanın korunması, geliştirilmesi ve yüceltilmesini hedefler. Bu sebeple İslam’ın, batıla karşı hakkı ayakta tutma ve güçlendirme savaşında neslin korunması ve sağlıklı yetiştirilmesine çok önem verdiği görülür (Bakara, 2/205; Muhammed, 47/22). Kur’an-ı Kerim’de fiili savaş için kullanılan “hücum etmek” anlamındaki “nefr” kelimesi, din ilimlerinde uzmanlaşmak ve ülke insanının kültürel gelişimine katkıda bulunmak amacıyla sürdürülecek ilmi çalışmalara da şamildir. Bunun için her eli silah tutanın cephe savaşına katılmayıp, bazılarının kendilerini kültür savaşına vakfetmelerinin gereği üzerinde durulmuştur. Çağımızın kitleler arası iletişim ve mücadele metotları içinde kültürün ilk sırada yer aldığı muhakkaktır. Bundan dolayı günümüzde cihadın, geçmişte olduğundan daha fazla cephe savaşından ekonomi ve kültür mücadelesi alanlarına kaydırılması zarureti doğmuştur.
Silahlı Savaş: hak ile batıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar süreceğini ifade eden Hz. Peygamber (Ebu Davud, Cihad,33), ”Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, fakat buna mecbur kaldığınızda tahammül gösterin Allah’tan daima esenlik ve barış dileyin”(Buhari, Cihad, 112; Müslim, Cihad, 19). Mealindeki hadisiyle hem sulh ve sükûnun değerini hem de gerektiğinde batıla karşı fiili mücadelede sabırlı olmanın gerektiğini göstermiştir. Bütün temennilere rağmen savaşa engel olunamaması, İslam dini ve mensuplarına yönelik hareketlerin daima potansiyel bir saldırı ve tahrip riski taşıması, Müslümanların her zaman silahlı savaşa hazır bulunmalarını zaruri kılmakta ve bu bakımdan Kur’an’ın,”Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet ve –cihad için-bağlanıp beslenen atlar –savaş araç ve gereçleri- hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı, bunlardan başka sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup cesaretlerini kırasınız” (Enfal,8/60) ayeti bugün de aynı önemini korumaktadır.
Geçmişte ve bugün Müslümanlara karşı yapılan saldırılar, esasında İslam’a ve Müslümanlarca orijinali korunmuş vahye karşı açılmış savaşlardır. İşte böyle bir savaşa karşı gerek moral değerler yönünden gerekse ilmi, ekonomik ve teknoloji bakımından hazırlıklı olmak ve nihayet savaşa savaşla karşılık vermek de cihad faaliyetlerindendir.
Cihadın Fazileti: Kur’an-ı Kerim’deki pek çok emir ve tavsiye geniş anlamda cihadla ilgilidir. Özel olarak cihadı konu edinen ayetlerde “iman, hicret, Allah yolunda malla ve canla cihad” unsurları zikredilmekte ve bu hasletlere sahip olanların Allah ile olan dostluklarına sadık kaldıkları, ebedi saadete ve Allah’ın rızasına ulaşacakları ifade edilmektedir (Nisa, 4/95-96; Tevbe, 9/20-21; Hucurat, 49/15). Kütüb-ü Sitte başta olmak üzere birçok hadis mecmuasında özel bölümlerde cihadla ilgili hadisler toplanmış, diğer bölümlerde de yeri geldikçe aynı konuya ilişkin rivayetler zikredilmiştir. Cihada dair hadislerin çoğunda Allah yolunda malıyla, canıyla veya her ikisiyle cihad edenin, insanlığın mutluluğunu sağlama ve Allah rızasına ulaşma yolunda elde edeceği manevi dereceler özendirici bir anlatımla dile getirilmiştir. Cihademr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker çerçevesinde ele alınıp işlenmektedir (DİA, ”Cihad” md, 7/527-534).
Cihadın Adabı ve Şartları: Diğer ibadetler, salih ameller gibi cihadın da birtakım şartları ve adabı vardır. Öncelikle cihad, ganimet ve benzeri maddi çıkarlar elde etmek için değil, Allah’ın rızasını kazanmak, O’nun adını ve dinini yüceltme görevini yerine getirmek için yapılmalıdır. Nitekim Peygamberimiz, Allah’ın dinini yüceltme dışında kalan amaçlarla yapılan savaşlardan hiçbirinin “Allah yolunda savaş” sayılamayacağını, cihad kabul edilmeyeceğini belirtmiştir (Buhari, Cihad,15; Ebu Davud, Cihad, 26). • Cihada başlamadan önce karşı tarafa İslam’ı kabul etmeleri, buna yanaşmazlarsa İslam’ın tebliğ edilmesine ve düşmanın Müslümanlar için bir tehlike oluşturmasını önleyecek bir anlaşma teklif edilir; bu da mümkün olmazsa son çare olarak savaşılır. Savaş sırasında düşman tarafında bulunup savaşa katılmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve diğer düşkünlerle din adamlarına saldırmak; göz çıkarmak, kulak ve burun kesmek gibi vahşice davranışlara kalkışmak haramdır (Bakara, 2/190,193,194; Enfal, 8/61, Serahsi, X/4-6).
Ve Çanakkale… Çanakkale savaşlarını iyi anlayıp doğru tahlil edebilmek için, I.Dünya harbine gitmemiz, savaşın mantığını anlayıp kavramak için de, geriye dönerek meydana gelen gelişmelerin tahlilinin yapılması gerekir. Öncelikle şu bilinmelidir ki, 1789 Fransız ihtilali, beraberinde milliyetçilik akımı ile bağımsızlık ve özgürlük cereyanını önce Avrupa, sonra da dünya gündemine getirmişti. Yüzyıllar boyunca oluşan bu fikirler, çok uluslu yönetim sistemlerinin tamamını temelinden sarsmış bir ölüm fermanı niteliğindeydi. Avrupa, dolayısıyla dünya 19. asra bu yeni fikirlerin ortaya çıkardığı toz duman içinde girmişti. Üç asır boyunca dünya nizamında söz sahibi olan Osmanlı gücü, durağanlaşmanın ardından 17. Yüzyılın sonuna doğru sarsılmaya başlamıştı. Osmanlının bu hali, etrafındaki düşmanlarını cesaretlendirmiş ve harekete geçmeye yöneltmişti. Dört bir yandan saldırıya geçen Avrupa’lı güçler, bir yandan da Osmanlıdaki azınlıkları kışkırtarak ve silahlandırarak ayaklanmaya teşvik ediyorlardı. Osmanlı ise sürekli kan kaybediyordu.
Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısında batı’yı temelinden sarsacak Çanakkale’yi de doğuracak olan siyasi bir gelişme ortaya çıkıyordu. Bu gelişme 1871’de İtalya ve Alman birliklerinin kurulmasıydı. Özellikle Almanya’nın kara Avrupa’sında hâkimiyetini genişletmek istemesi, denizlerde ve sömürgelerde ise İngiltere ile rekabete girmesi, I.Dünya Savaşına giden yolu açacaktır. İşte bu umumi harbin ana çıkış sebebi İngiltere ile Almanya arasındaki bu silahlanma yarışıdır. Bu silahlanma yarışı zamanla İngiltere ile Almanya etrafında bütünleşen siyasi bloklar çıkaracaktır ki, İngiltere’nin başını çektiği Fransa ve Rusya’nın katıldığı bloka İtilaf devletleri bloku; Almanya’nın başını çektiği İtalya ve Avusturya-Macaristan’ın katıldığı bloka da İttifak devletleri bloku denilecektir. Avrupa’da oluşan bu blokların gösterisi I.Dünya Savaşını başlatacaktır. Gerekli siyasi tecrübe ve basiretten yoksun yöneticileri marifetiyle Osmanlı da kendini İttifak devletleri safında savaşta buldu. Uzun yıllar boyunca savaşlarda yorgun ve yoksul düşmüş bir Osmanlı, bir anda bir ateş çemberinin içine itilmişti. Hem de 7-8 cephede birden ki, bu cephelerden en büyüğü Çanakkale cephesi idi.
1353’de Çanakkale boğazı yoluyla Rumeli’ye geçerek Avrupa’nın fethine başlayan Osmanlı, şimdi aynı yoldan boğulmak istenmişti. Avrupa’nın, aradan 561 yıl geçtikten sonra bu hadisenin rövanşını almak istercesine, tekrar aynı noktadan saldırıya geçmesi çok manidar olmalıdır.
I.Dünya savaşına İngiliz ve Fransızlarla aynı ittifak bloku içinde giren Rusya’nın savaşa devam edebilmesi için, İngiltere ve Fransa’nın silah ve cephane desteğine, İngiliz ve Fransızlar ise, Rusya’nın hammadde ve tarım ürünlerine ihtiyaç duymaktaydı. İngiliz ve Fransızlar bu karşılıklı yardımlaşmayı, Çanakkale ve İstanbul boğazları yoluyla çok rahat bir şekilde yapacaklarını düşünüyorlardı. Eğer boğazlar geçilebilirse İstanbul işgal edilecek, Kafkaslar tehlikesi savuşturulacak ve Osmanlı toprakları ikiye bölünecekti. Böylece Osmanlı Devleti saf dışı edilecekti. Öte yandan hangi tarafta yer alacağı hususunda kararsız kalan Balkan devletleri de, bu başarının ardından İtilaf Devletleri yanına çekilecek ve Rusya da, Osmanlı cephesi sona ereceğinden tüm askerini batı cephesinde yoğunlaştıracaktı. Ayrıca böyle bir harekâtla, İngilizler için hayati öneme haiz olan Süveyş Kanalı ve Mısır üzerindeki tehditler de ortadan kaldırılacaktı. Çünkü çöküş devrini yaşayan Osmanlının, bu dev deniz gücüne karşı durmasını akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi.
Çanakkale savaşının görünür sebebi bu olmakla beraber, perde arkasında da başka planlar yok değildi. Yüzyıllar boyu Avrupa’yı dolayısıyla dünya siyasetini elinde tutan Osmanlı, önceden kaybettiği toprakları geriye alma mücadelesi verirken, daha sonra ise elinde kalan mevcut topraklarını muhafaza etme siyaseti takip etmişti. Daha XX. Yüzyıl başlarında Afrika ve Avrupa topraklarından neredeyse tamamen uzaklaştırılmıştı. Osmanlının yüzyıllardır elinde tuttuğu topraklar işgal edilecek, bu topraklardan sürülerek Anayurt Orta Asya’ya püskürtüleceklerdi. • Gerçi Çanakkale’yi 1915’de 253.000 şehit vererek savunmamız sayesinde geçemeyenler, birkaç yıl sonra ellerini kollarını sallayarak İstanbul’a gelmişlerdir. Elbette bu olay da meselenin bir başka boyutudur. Ama şunu unutmamak gerekir ki, İngiliz ve Fransızların Çanakkale’ye saldırma planları, I.Dünya harbinin en büyük projesidir. Ve daha ziyade İngilizlerin planının bir parçasıdır.
Ecdadımız Çanakkale’de ateş altında, kan deryasında boğulmak istenirken onlar, birbirlerinin cesetlerine basarak düşman üzerine cesaretle yürüdüler. Hem yurtlarını alçaklara çiğnetmemek, hem de gelecek nesillere bağımsız bir vatan bırakmak için kanlarını akıttılar ve şehit oldular. SirKonpet der ki, “Çanakkale’de her şeyimiz kusursuzdur. Fakat başarılı olamadık. Zira Türkler, yuvalarına girmiş aslanların hiddet, cesaret ve kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim”. • Çanakkale’de, şehit kanlarıyla yoğrulan kutsal topraklar alçaklara çiğnetilmemiş, imanlı ellerde heybetle duran sancak ve mavi göklerin süsü şerefle dalgalanan albayrak inmemiş, ezan-ı Muhammedi dinmemiştir.
Çanakkale, şiirlerimizde destanlaşan, zihinlerimizde ve gönüllerimizde silinmez izler bırakan bir zaferdir. İman ve azmin maddi güç ve kuvveti yendi denildiği, milletimizin cesaret, kahramanlık ve yiğitliğinin düşmanlar tarafından öğrenildiği yerdir. Mehmetçiğin tarihimize ve milletimize üstün bir hizmeti olduğu gibi, kendilerini yenilmez sananların da en büyük hezimetidir. Kendisine hasta adam denen bir milletin uyanışı, dirilişi ve şahlanışı olduğu kadar, en kötü günde ve en zor şartlarda bile zafer kazanmasıdır. • Çanakkale, alçakça ve insafsızca yurdumuza saldıran zalimlerin rezil, zelil; milletimizin ise aziz olduğu bir savaştır. Yorgun ve bitkin bir milletin, paylaşılmış yurdunu istiklale kavuşturan bir zaferdir. İmanın küfrü boğduğu, milletin bağrından isimsiz nice kahramanların doğduğu, bizi esir etmek isteyenlere iyi bir ders verildiği bir zaferdir.
İnsanın kendisinde olmayanı başkasına vermesi nasıl mümkün değilse, bizim de millet olarak milli bir şuur kazanmadığımız sürece, bu şuuru gelecek nesillere aktarmamız mümkün olmayacaktır. Çünkü başka milletler sığ bir göl gibi olan kısa ve kısır tarihlerini, kendi nesillerine tarih yerine destan diye okuturken ve geçmişlerine ihtişam kazandırmaya çalışırken, biz bir derya misali olan zengin tarihimizle güçlü kültür ve medeniyetimizi nesillerimize gereği gibi tanıtamamaktayız. Maalesef kendi kendimize kötülük yapmaktayız.
1980’li yılların Başbakanı merhum Turgut Özal, milli değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Japonların Batı’ya meydan okuyan ilerleyişi karşısında Japon eğitim sistemine ilgi duyar. Bu sebeple inceleme ve araştırma yapmak üzere bir Japon Pedagog heyeti, ülkemizin çok değişik yerlerinde inceleme ve araştırmalar yapmak üzere davet eder, Görüşme ve temaslarda bulunur. Sonra da bütün bu faaliyetlerin sonuçlarını takdim etmek üzere, zamanın Milli Eğitim Bakanı ile birlikte Başbakan Özal’ın huzuruna çıkarlar. Japon heyetini teşkil eden uzmanlar derler ki: “Sizin gençlerinizde milli şuur yok.” Bu karar Türk yetkililere büyük bir şok yaşatır. Japon yetkililere: “Siz çocuklarınıza milli şuur nasıl kazandırırsınız?” diye sorulunca, onlar: “Çocuklarımızı uçaklar kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknolojiyle ve robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz.
Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şok olan çocuklarımıza deriz ki: “Gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Siz daha çok çalışırsanız, daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha gelişmiş fabrikalar kurarsınız.” Daha sonra bu çocukları Hiroşima ve Nagazaki’ye götürüp gezdiririz. II. Dünya savaşında atom bombasıyla yerle bir edilen bu bölgeleri, gelecek nesillere ibret olsun diye olduğu gibi koruruz. Buraları gezdirir, gösterir ve onları bilgilendiririz. Atom bombasıyla hiçbir canlının ve bitkinin yaşayamaz hale geldiği bu yerleri çocuklarımız büyük bir dikkat ve hayretle seyrederler. Bu gördükleri şeyler onların taze hafızalarında hiçbir zaman silinmeyecek derin izler bırakır. Sonra da deriz ki: “Siz çalışmaz, vatanınızı korumaz, milletinizi sevmez, birlik ve beraberlik içinde olmazsanız, düşmanlar ülkenizi böyle bombalar, yakar, yıkar ve yaşanmaz hale getirirler. Ancak çalışır, güçlü olursanız, düşmanlar size saldırmaya cesaret edemezler. Vatanınız yücelir, itibarınız yükselir. Artık buna göre kararınızı verin…” işte bu şoklarla çocuklarımız iyi ve çalışkan birer Japon olmaya doğru ilk adımı atmış olurlar. Bu şekilde milli bir şuur kazanırlar.
Tam bu sırada Türk yetkililerinden biri: “İyi de bizim Hiroşima ve Nagazaki’miz yok ki” der. Bunun üzerine Japonlar derler ki: “Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha önemli tarihi bölgeleriniz var. I.Dünya savaşı içinde meydana gelen ve bir metre kareye altı bin merminin düştüğü Çanakkale zaferinin kazanıldığı bu bölge; çocuklarınızın ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile…
Dünyanın en gelişmiş ve en güçlü ordularına karşı ve onların üstün teknolojilerine rağmen askerlerimiz adeta imkânsızı başarmış ve bütün dünyayı hayretler içinde bırakan bir zafer kazanmışlardır. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin milli şuur kazanmalarına yeter. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale’ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci, burayı mutlaka gezip görmeli ve öğrenmelidir. Sonra onlara demelisiniz ki: Sizler birlik ve beraberlik içinde çalışmazsanız, güçlü olmazsanız düşmanlar yine Çanakkale’ye gelirler, ülkenizi işgal eder, hürriyetinizi elinizden alırlar. Ama çalışır, birlik içinde olur, teknolojiyi yakalarsanız, ülkenizi kalkındırır, müreffeh bir hale getirirsiniz….” • Japonların verdikleri bu ibretli ve acı ders; bizim için çok manidardır. Bu tablo bize, maalesef yen içinde kolumuzu kaybetmişiz de haberimiz yokmuş dedirtmektedir ve ortadaki düşündürücü manzaramızı sergilemektedir.