670 likes | 1.41k Views
Soğuk Savaş sonrası Türkiye-ABD İlişkileri.
E N D
1990 yıllarSoğuksavaşdöneminin, belki de vehiçdeğilsebirsüreliğine, kapanmasınıngetirdiğibirheyecanvehareketlilikdöenminin de başlangıcıydı. Bu hareketliliğinTürkiye-ABD ilişkilerineyansımamasıdaolanaksızdı. Bu dönemdeöncekidönemdenkalansorunlaraekolarakikiliilişkilereyeniunsurlareklendivebuunsurlarınbazılarıheyecanverenbirişbirliğinebazılarıdasıkıntıyaratansorunlaradönüştü.
HerşeydenönceTürkiye ABD ileittifakilişkisineözelbirönemvermeyisürdürdü. GüvenlikkaygılarınıngiderilmesindeöncelikleABD’denvebatılımüttefiklerindendestekarayışınısürdürdü. Kıbrıssorunu, ErmenisorunuveYunanistan’laEgeDenizi’ndekisorunlardaolduğukadarmalisorunlarıngiderilmesinde de batılıülkelerlevebuülkelerinliderliğindekikuruluşlarlailişkileriniöncelikliolarakdeğerlendirmealışkanlığındanvazgeçmedi
BaşkabirdeyişleTürkiyekendinibatılıhissetmeyevebatılıülkelere de bumesajıvermeyedevametti. • DoğuBloku’nunçöküşü, SovyetlerBirliği’nindağılması, yenibağımsızolanülkelerleTürkiye’ninkomşularınınsayısınıikiyekatladığıgibiuluslararasıpolitikadakirolünü de büyütmekteydi.
Bu açılımahazırolmayanTürkiyedahaçokABD’liuzmanlarındeğerlendirmelerindeyerverilenbirfikresıcakbakıyordu: TürkiyeBalkanlar’danÇin’ekadaruzanangenişbiralandayenibiretkilivebüyükbölgeselaktörrolünüüstlenmekistiyordu. Ancak, bununiçinyenidünyalideriABD’nin de onayınıalmasıgerekiyordu. Üstelik ABD ileTürkiyearasındaBalkanlar’danKafkasya’yaveoradandaOrtaAsya’yauzananticariveaskerikonularüzerineyoğunlaşanbirdiziyeniişbirliğialanıdabelirmişti.
İlişkileri Etkileyen Başlıca Unsurlar: ABD’dedeğişenyönetimveyeniBaşkan G. Bush 1980’lerin son yıllarından 1990’ların ilk yıllarınakadarABD’nin 21. Yüzyılailişkinpolitikalarınageçişdöneminibaşlattılar. SoğukSavaş’tabirdönemdahakapanırkenTürkiye’deTurgutÖzalsiyasibirfigürolaraköneminikorumaktave ABD ileyakınilişkilereverilenönemisürdürmekteydi. Bush yönetimiişbaşınageldiktenkısabirsüresonradünyapolitikasındailginçolaylaryaşanmayabaşlanmıştıvebunlardanbirkısmıdaTürkiye’yiciddibirbiçimdeetkilemekteydi.
SoğukSavaşdönemibiterkenTürkiye’ningüvenlikkaygılarıazalmamakta, tam tersineartışgöstermekteydi. Dünyagenelindegüvenlikkavramınıngenişlemesineveyeniunsurlarıdakapsar hale gelmesineparalelolarakTürkiye’de de yenitehditalgılamalarıgelişmekteydi. AskerigüvenlikkaygılarınaekolarakyaygınlaşanteröristetkinliklerveTürkiye’nin hem üzerinden hem de yakınçevresindengeçenvegiderekdahadaişlevsel hale gelenkaçakçılıkhatları, yasadışıgöçgibiyeniunsurlardagüvenlikönlemlerialmayıgerektirenkonularadönüşmekteydi.
Üstelik, SovyetlerBirliğiveDoğuBloku’nunçöküşüyleTürkiye’nin NATO içindekirolüsorgulanmayabaşlamıştı. 1987 yılındaAB’yeyaptığıüyelikbaşvurusu 1989 yılında red edilenTürkiye’ninbatılıkuruluşlarlave/veyaörgütlerleilişkilerindekipürüzlergüvensizlikduygularınıdapekiştirmekteydi. Böylebirortamda ABD ileyakınilişkilerdahadaönemkazanmaktaydı.
1991’de SovyetlerBirliği’nindağılmasındansonraTürkiye NATO ve ABD nezdindestratejikönemininazalıpazalmayacağıkaygılarınıyaşarkenOrtaDoğu’dakigelişmelernedeniyle ABD Türkiye’ninişbirliğinedahafazlagereksinimduyduğunu belli etmeyebaşlamıştı. Özellikle RAND Corporation gibi “düşüncekuruluşları”ndanuzmanlarveyönetimeyakınlığıylabilinenstratejistlerçeşitliyayınlardaveortamlardaTürkiye’ninbir “eksen” ülkeolduğunuvekendibölgesindekiülkeleriçinbir model oluşturabileceğinivurgulamaktaydılar
Ne var ki, Türkiye’ye yapılan ABD yardımlarındaki azalma ve kesintiler, yardımların Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirilmesi, Ermeni tezlerine ABD desteği, ABD-Yunanistan Üsler Anlaşması’nın yapılması sırasında Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı ABD’den güvence istemesine yönelik olumlu tavır Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde rahatsızlık duyduğu noktaları oluşturmaktaydı. 1990 yılında bunlara çok önemli yeni bir sorun eklendi.
1990-1991 Körfez Bunalımı ve Türkiye • 1990 Ağustos’undaIrakaskerlerininKuveyt’egirişiylebaşlayanbunalımTürkiye’nin ABD ileilişkilerinde de yenibiryükselişdöneminin de başlangıcınıoluşturmaktaydı. Çokkısabirsüresonra, Ocak 1991’de ABD hem Kuveyt’ti hem Irakhalkını hem de dünyayı Saddam Hüseyin’denkurtarmakiçinaskeribiroperasyondabulunmakararıaldı. 16 Ocak 1991 gününün ilk saatlerindeABD’ninTürkiyeBüyükelçisi Morton Abramowitz CumhurbaşkanıTurgutÖzal’aulaşmış, aynıgünÖzalTBMM’ninonayınıdasağlamıştı.
Onaylanan konu Irak’ı bombalamaya giden B-52’lerin Türkiye’nin hava sahasını kullanabilmeleriydi. Türkiye adına Özal bu kritik anda ABD’ye destek verebilmek için hızlı davranmış ve bundan Türkiye adına bazı faydalar elde etmeyi ummuştu. • ABD KörfezSavaşı’ndaTürkiye’denüslerinkullanımı, KuzeyIraksınırınaTürkaskerlerininkaydırılmasıveSuudiArabistan’dakimüütefikkuvvetlerineTürkiye’den de asker katılmasıgibiüçtemelistektebulunmaktaydı
Her üçkonudaçoktartışmalıydı. SonuçolarakTürkiye ilk ikitalebiolumlukarşılarkensonuncusunureddecektir. SoğukSavaşsonrasıdönemdeTürkiyeileABD’ninuluslararasıdüzeyde ilk işbirliğiörneğiolanKörfezSavaşıaynızamandaTürkiye’yeNATO’nunalandışıoperasyonlarındabaşlıcaüslerdenbiriolmaközelliğini de kazandırmaktaydı. ÖzellikleİncirlikÜssübuoperasyonlardakilitroloynamaktaydı. Türkiye’ninbudesteğinekarşılık ABD yardımlarıarttırarak, AB’yeüyelikkonusundaTürkiye’yedestekvererekveyeniticaretanlaşmasıyaparakkarşılıkverdi.
İlişkilerdeki bu yakınlaşma ve rahatlama ortamında Turgut Özal Washington’ı ziyaret etti ve bu ziyaret sırasında ABD ile Türkiye arasında bir “stratejik işbirliği” gerçekleştirilmesi önerisinde bulundu. Yine Özal’ın bu gezi sırasında, Irak’ın Kuveyt’i işgali ardından alınan BM kararı uyarınca uygulamaya konulan ambargoya uyan ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatarak Irak ile petrol ticaretini durduran Türkiye’nin bu ve yine Savaş’tan kaynaklanan benzer nedenlerle uğradığı ekonomik zararların tazmin edilmesi için yaptığı yardım talebi de ilki gibi ABD’li yetkililer tarafından kabul görmedi.
Üstelik, Körfez Savaşı’nın Türkiye maliyeti sadece ekonomik boyutla sınırlı da değildi. Körfez Savaşı dolaylı ve doğrudan etkiler yaratarak özellikle Türkiye’de PKK terörünün artmasına katkıda bulunmaktaydı.1984-87 yılları arasında ciddi bir tırmanma eğilimi gösteren PKK terörü Körfez Savaşı’nı izleyen dönemde hem askeri harcamaları arttırarak hem de göç veya diğer yollardan Türkiye’nin insan hakları sicilini uluslararası düzlemde bozarak ciddi bir sıkıntı kaynağı olmaktaydı.
Kuzey Irak: Türkiye-ABD İlişkilerinde Mayınlı Bölge • Körfez Savaşı ile başlayan sorunlar kısa sürede tırmanışa geçti. 1991 yılının Nisan ayında Saddam’ın askeri olanaklarla kimyasal silah kullanmasıyla yaşamsal tehdit içine giren ve ölümle zulümden kaçan 1.5 milyon dolayında Kuzey Iraklı Kürt Türkiye’ye ve İran’a sığınmaktaydı. Yaklaşık 500 bin Kuzey Iraklı Kürt bir günden kısa süre içinde Türkiye sınırından içeri aktı.
. 1988’deki bunalımdan sonra başka bir bunalımla ve sığınma arayan grupla karşılaşan Türkiye için bu çok büyük bir yüktü. Uluslararası kuruluşlar kısa süre içinde Türkiye’ye yardıma geldilerse de yük asıl olarak Türkiye’nin üzerindeydi. Sınırın Türkiye tarafına geçenler temel gereksinimlerini karşılayabilmek için yardım yetişene kadar ve sonrasında da büyük bir çevresel zarar yarattılar. Bu bir yana, dış politika ve ABDa olmak üzere Türkiye’nin batılı müttefikleriyle ilişkilerinde bir gerilim noktası olan asıl önemli konu ise Kuzey Irak’ta bundan sonra ne olacağı idi.
10 Nisan 1991 tarihinde BM GüvenlikKonseyi’ninkararınadayanarakIrak’ınkuzeyinde 36. paralelinüzerindebirbölgeyaratıldı. Bölgeyesığınmacılarındönmesiveonlarlabirliktetümyerleşimcilerin Saddam yönetimininzulmündenkorunaklıyaşamasıiçingeliştirildiğiönesürülenbuyöntemsonuçolarakIrak’ınkuzeyindeIrakDevleti’ninotoritesinisınırlamaktaydı. ABD’li, İngiliz, FransızveazsayıdaTürkaskerivarlığıHuzurOperasyonuadıverilenbuoperasyondayeralmaktaydı. Bu operasyondayeralankaragüçleriSilopi’de, havagüçleriiseİncirlik’tekonuçlanmaktaydı. Saddam HüseyinTürkiye’ninbuoperasyondayeralmasındanrahatsızlıkduymaktavebunudaaçıkçabelirtmekteydi
Huzur Operasyonu, PKK sorununu tırmandırır ve Kuzey Irak’ta yeni bir oluşumu beslerken Türkiye’nin ekonomik kayıpları da artmaktaydı. Türkiye’ye ağır maddi ve manevi yük getiren bu operasyonun ilk aşaması Temmuz 1991’de sona erdi. Kısa bir süre sonra da ikinci aşamaya geçildi. Çekiç Güç adıyla anılan bir güç oluşturulmuştu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu oluşum içerisinde yer almasına 12 Temmuz 1991 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla olanak sağlanmaktaydı.
Bundan böyle hem Türkiye içinde hem de Türkiye-ABD ilişkilerinde Çekiç Güç ayrı bir huzursuzluk ve tartışma konusu olacaktı. Çekiç Güç bir süre sonra Kuzeyden Keşif Harekatı’na dönüsşe de, Türkiye sınırötesi operasyonlarla sınır güvenliğini sağlamaya çalışsa da bu tür girişimler Türkiye’nin kaygılarını gideremediği gibi uluslararası platformda da eleştirilmesine neden olacaktır.
ABD, bir yandan Türkiye’nin kaygılarını hafifletmek üzere PKK’yi terörist bir örgüt olarak tanırken diğer yandan da kuzey Irak’ta etkili olan ve birbiriyle çatışan iki muhalif Kürt grup arasında uzlaşma sağlama çabalarını yürütmektedir. Üstelik bu çabasında Türkiye’den de destek beklemekte ve hatta bu desteği almaktadır. ABD ile işbirliği yapan Türkiye Dublin Süreci olarak adlandırılan süreçte Iraklı Kürt grupların uzlaştırılması çabaları sırasında toplantılara gözlemci olarak katılacaktır.Bu sürecin bir aşamasında tarafları Ankara’da buluşturan Türkiye Irak’taki Türkmenleri de masaya oturtacak fakat bütün bu girişimler Türkiye’ye bir yarar sağlamayacaktır. 1995-1998 arasındaki toplantıların sonucunda ABD üstünlüğü elde edecek ve Irak’ta federal bir yapının oluşturulması için düğmeye asacaktır. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de kaygıyla izlense de etkin bir politika izlenemeyecektir.
Bir yandan Türkiye’nin Huzur operasyonu veya sonraki adlarıyla Çekiç Güç ve/veya Kuzey’den Keşif operasyonlarında desteğini alan, diğer yandan da bölgede ayrılıkçı Kürt hareketlerine ve İslamcı grupların radikalleşmesine göz yuman ABD diğer yandan da yıllık insan hakları raporlarında Türkiye’yi düşük notlarla ve olumsuz eleştirilerle kaygılara sevketmekteydi.ABD Kongresi gibi Dışişleri Bakanlığı da yayınladığı yıllık raporlarda Türkiye’nin insan hakları notunu düşürmektekteydi. Örneğin1995 yılında hazırlanan Dışişleri Bakanlığı raporu Kürt sivillere karşı Türk askerlerinin ABD tarafından Türkiye’ye verilen silahların kullanıldığını ve bundan rahatsızlık duyulduğunu belirtmekteydi. 1996 yılında Washington’da Kürt Enstitüsü’nün açılması Kürt sorunu ve insan hakları bağlamında Türkiye-ABD ilişkilerinde güvensizlik ve kaygı duygularını besleyen bir başka unsuru oluşturmaktaydı
GeriliminBoşalmaNoktaları : BalkanlarveKafkaslar’daİşbirliği • Türkiye-ABD ilişkilerinde her konu bir gerilim ve çatışan çıkarlar konusu değildi. • Belirtmek gerekir ki, 1990’lı yıllar boyunca Türkiye-ABD ilişkilerini olumlu anlamda besleyen alanlar da bulunmaktaydı. Örneğin, Balkanlar bölgesi ABD-Türkiye ilişkilerinde hassas bir konuydu. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından patlak veren gelişmelerde Türkiye etkin bir rol oynamak istiyordu.
ABD, Balkanlar’ın bir parçası olmakla beraber AB üyesi kimliğiyle kendini tanımlayan Yunanistan’ın diğer Balkan ülkelerine yönelik politikalarından rahatsız olarak kendini Türkiye’ye daha yakın bir konumda görüyordu. Türkiye ise Yunanistan’ın Balkanlar’daki politikalarından kaygılı olmanın ötesinde uzun yıllardır ilk kez, Demir Perde olmadan komşu Balkan ülkeleriyle ilişkilerini düzenleyebilmenin heyecanını duymaktaydı. ABD ile Balkanlar’da çıkarları örtüşen Türkiye daha sonra Kafkaslar’da da uygulanacak olan benzeri bir işbirliğini başlattılar.
Bölgede yeniden kurulacak dengeler içerisinde Boşnak tarafına yakın duran ABD Boşnak askerlerin eğitilmesinde Türkiye ile ortaklık fikrini benimsedi. Savaş sonrası Boşnak askerlerin eğitimini Türkiye üstlenirken donatım ayağını da ABD karşılamaktaydı. Benzer bir işbirliğ Arnavutluk için de daha kısıtlı olsa da uygulandı. Bosna, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova örnekleri başta olmak üzere Türkiye’nin bölge halklarıyla sahip olduğu tarihsel, kültürel vb. köprüler ABD için olumlu değerlendirilebilecek unsurlardı. Üstelik, NATO üyeliği dolayısıyla Türkiye Romanya ve Bulgaristan gibi eski Doğu Bloku üyesi yeni AB adayı ve NATO adayı ülkelerle de işbirliği ve uyumlaştırma programlarının da değişmez unsuru olmaktaydı.
Balkanlar’da olduğu gibi Kafkaslar’da da bir yeni düzen kurulmakta ve Türkiye bu bölge devletleriyle ilişkilerinin yakın ve sağlam temeller üzerine yeniden kurulmasına özel bir önem atfetmekteydi. ABD-Türkiye ilişkilerinde bir başka işbirliği alanı olan bu bölgede özellikle zengin fosil kaynaklarının bulunması ve bunların güvenli rotalar izleyerek kesintisiz bir biçimde batıya aktarılması, aktarılırken de Türkiye başta olmak üzere bölge devletlerine gelir kaynağı oluşturması büyük bir işbirliği konusuydu. Azerbaycan ve Gürcüstan’la ilişkilerini sağlamlaştıran Türkiye ABD’nin de desteklediği ortak enerji nakil hatları projelerinde yer almaktan memnundu. Alternatiflerine üstün gelen Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı 1998’de ABD Enerji Bakanı’nın da katıldığı bir toplantıda imzalanmaktaydı.
1996,1997, 1998 ve 1999 yıllarında üst üste oluşturulan Strateji Belgelerinde nasıl bir dünya politikası izleyeceğini ilan etmiş olan ABD Gürcüstan’ı “başarısız devlet” durumundan kurtaracak senaryoları enerji ve ticaret konuları üzerinden Türkiye’nin de destek olmasıyla başarıyla uyguluyordu.
Ne var ki, enerji politikalarındaki çıkar birliğine rağmen bu alandaki ilişkilerin üzerine gölge düştü. Yine Orta Doğu, özellikle de Kuzey Irak ve Kürt sorununa ilişkin ABD tavrından rahatsız olan, Kıbrıs konusunda aradığı desteği bulamayan, insan hakları ve Ermeni sorunu bağlamında ABD’nin izlediği politikalardan incinen Türkiye ABD’nin ikili çevreleme politikasıyla uyuşmayan bir şekilde İran ile 1996 yılında bir doğal gaz anlaşması yaptı. Üstelik Rusya ile de bir başka doğal gaz boru hattı anlaşması, yani Mavi Akım hattının oluşturulmasına karar verildi ki, bu da ABD’nin hoşuna gitmeyen başka bir anlaşmaydı.
Enerji nakil hatlarına ve bölge ülkelerinde faaliyette bulunacak çok uluslu şirketlerin stratejilerine ilişkin olarak da Türkiye yeni bir önem kazanmaktaydı. Türkiye yalnızca enerki kaynaklarının değil ticari ve parasal kaynakların da transfer yolları üzerinde yer almaktaydı. Bu öneme paralel olarak Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurmayı amaçlayan Türkiye ikili ve çoklu ilişkilerde var olan ve çözümsüzlüğünü koruyan sorunlar nedeniyle de ilişkilerini arzu ettiği kadar derinleştirememekteydi.
1999 yılı sona ererken ABD’de seçimler yapılmış ve yönetim bir kez daha el değiştirmişti. Yeni yönetimin atacağı adımlar özellikle Orta Doğu’dan başlayarak tüm dünyayı saracak şiddet rüzgarlarını güçlendirerek hem doğrudan hem de dolaylı olarak Türkiye’yi etkileyecek ve Orta Doğu’daki gelişmelere paralel olarak Türkiye-ABD ilişkilerinde yay yeniden gerilecektir.
II.Körfez savaşı sonrası (1991)Irak fiili olarak üçe bölünmüştü.Saddam idaresi 36.paralel ile 32.(daha sonra 33.) paralel arasına sıkışıp kalmıştı. Fakat Saddam’ın iktidarda kalmaya devam etmesi özellikle ABD yönetimini rahatsız etmeye devam etmiş ve 11 Eylül saldırısı sonrası oluşan yeni havayı arkasına alarak ABD Saddam yönetimine 2003 yılında son vermiştir.
Türkiye-ABD ilişkileri bakımından savaş sonrası en önemli gelişme 4 Temmuz’da Süleymaniye’deki Türk irtibat timine mensup 11 özel kuvvet subayının Amerikan kuvvetlerince tutuklanması hadisesidir.
Bu olay iki ülke arasındaki güvensizliğin bir göstergesi olmuş, Türk-ABD ilişkilerine büyük zarar vermiştir.
Obama Döneminde Genel Hatlarıyla Amerikan Dış Politikası • Foreign Affairs’in Ağustos 2007 sayısında yayınlanan makalesinde Barack Obama temelde erozyona uğrayan Amerikan küresel liderliğini yeniden canlandırmanın yollarını aramaktadır. “Amerikan liderliğini yenilemek” başlığını taşıyan makale, Obama’nın bütün seçim kampanyası boyunca sıklıkla vurguladığı değişim temasından izler taşımaktadır.
Makalesinde temelde Ortadoğu, askeri modernizasyon, nükleer silahlarla mücadele, küresel terörle mücadele, küresel işbirlikleri sağlama, demokratik toplumlar ve uluslar yaratma ve ABD’ye güveni yenileme konuları üzerinde duran Obama, bazen bilinen Amerikan tezlerini ve politikalarını yenilerken -hatta İsrail güvenliğine yapılan aşırı vurguda olduğu gibi muhafazakâr çizginin daha da ötesine giderken- ABD’nin dış yardımlarını arttırma sözünü vermesinde olduğu gibi kısmen de olsa radikal sayılabilecek bir çizginin ipuçlarını da veriyordu.
Dünyanın Amerikan liderliğine ihtiyaç duyduğunu iddia eden Obama, uluslararası düzene yönelik ciddi küresel tehditlerin ancak lider ve vizyon sahibi bir Amerika tarafından göğüslenebileceğini düşünüyor. Tehditlerin küresel terörden, haydut devletlerden ve ülkelerini kontrol edemeyen zayıf devletlerden geldiğini öne süren Obama, bu tehditlerin varlığının aslında Amerikan liderliğine bir çağrı olduğu görüşündedir.
Obama’ya göre geleneksel bir yöntem izleyen Bush, bu liderliğin gereklerini yerine getirmeyi başaramadı. Irak’ta ve dünyanın diğer bölgelerinde yapılan hataların dünyanın ABD’ye olan güvenini kaybetmesiyle sonuçlandığı gibi herkesin kabul edebileceği bir görüşü savunan Obama, böylesi bir ortamda ABD’nin geleneksel izolasyonist politikasına dönmesini isteyenlerin olabileceğini, ancak kendisinin ABD’nin dünya politikasında liderliğini sağlamlaştırma konusunda çaba göstereceğini açıklıkla dile getirmektedir. Obama’ya göre “ABD’nin misyonu, dünyanın ortak bir güvenlik ve ortak bir insanlığı paylaştığı anlayışına dayanan küresel bir liderlik örneği göstermek”tir.
Ortadoğu Politikası • Obama’nın Ortadoğu ile ilgili önceliği Irak savaşını sona erdirmek ve Amerika’nın dikkatini Büyük Ortadoğu’ya yöneltmek. Şii ve Sünni gruplar arasındaki anlaşmazlıklara ABD’nin askeri bir çözüm bulmayacağının kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Obama, bu gruplara bir çözüm bulmaları yönünde baskı yapılması gerektiği görüşündedir. Bunun için de dereceli olarak Amerikan askeri varlığının Irak’tan çekilmesi gerektiği görüşündedir. • Bu yapılırken bölgesel ve uluslar arası diplomatik destek atağının başlatılması gerektiğini düşünen Obama, böylesi bir adımla umulan sonucun elde edilmesi için ABD’nin Irak’ta kalıcı üsler peşinde olmadığına dair dünyayı ikna etmesinin şart olduğunu dile getirmektedir. Aslında Obama Irak’tan çekilmenin ve bu ülkede iyi kötü bir çözümün bulunmasının ABD’nin Ortadoğu’daki diğer planları için hayati olduğunu savunmqaktadır. Bush yönetiminin yıllardır ihmal ettiği Filistin-İsrail anlaşmazlığına çözüm arayışlarının hız kazanabilmesi için Obama Irak’ta çözümün şart olduğunu belirtmektedir.
Demokrat Parti’nin geleneksel politikası olan ancak son dönemlerde Cumhuriyetçiler tarafından da aynı tutuyla savunulan İsrail’in güvenliğinin sağlanması konusunda Obama aynı çizgiyi –hatta daha güçlü ifadeler ile- sürdürmektedir. • Obama’ya göre ABD’nin Ortadoğu’daki önceliği ne olursa olsun İsrail’in güvenliği olmalıdır.
ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki bir önemli sorunu olan İran konusunda da hâlihazırdaki tehdide dayalı politikanın başarısızlığına vurgu yapan Obama, askeri güç seçeneğini tamamen göz ardı etmemekle birlikte doğrudan İran ile görüşülebileceği mesajını vermektedir. • Bu oldukça radikal bir değişim gibi gözükse de aslında Rice döneminde Amerikan Dışişleri bakanlığının güç kullanımını dışlayan ve görüşmelere olanak sağlayan bir tutum benimsemiş olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu çerçevede, Obama’nın bu yeni yönelimi bir adım öteye götürmek istediğini söylemek mümkün. Obama’ya göre Amerikan diplomasisi, nükleer programına devam etmesi durumunda İran’ın ödemesi gereken faturayı kabartmayı amaçlamalı. Bunun da en iyi yolunun ticari yaptırımlar olduğunu savunan Obama, ayrıca İran’ın ticari ortaklarına daha fazla baskı yapılması gerektiği üzerinde ısrarcıdır.
Amerikan Askeri Gücü • Obama’ya göre, şayet küresel liderliğini yenilemek istiyorsa ABD askeri gücünün kapasite ve yeteneklerini yeniden gözden geçirmelidir. • Amerikan askeri gücünü ABD’nin küresel liderliğinin önemli bir unsuru ve garantisi olarak gören Obama, gelecekte ABD’nin üstleneceği küresel misyonlarda orduya ihtiyaç duyulacağını, bu nedenle de ABD ve Amerikan çıkarlarına yönelik geleneksel tehditlere hızlı bir şekilde karşılık verebilmek için askeri meselelere önem verilmesi gerektiği görüşünde.
İran ve Irak konusunda olduğu gibi nükleer silahlar ile mücadele konusunda da uluslararası işbirliğine önem vereceğini vurgulayan Obama, bu sorunda ABD’nin liderliğinin önemine dikkat çekmektedir. • Nükleer tehdit olarak görülen İran ve Kuzey Kore konusunda Bush dönemindeki tek yanlı politikanın terk edileceği sinyalini veren Obama, bu iki tehdit ile mücadele için uluslararası destek arayışı içinde olacağını ifade etmektedir.
Küresel Terörle Mücadele • Küresel teröre karşı küresel mücadeleyi savunan Obama bu konuda da uluslararası toplumun desteğinin aranması gerektiği görüşünde. Bununla birlikte Obama, Afganistan ve Pakistan’a özel bir önem atfederek bu ülkelerin terörle mücadelede daha aktif bir tutum benimsemelerinin sağlanması gerektiği üzerinde durmaktadır.
Diplomatik çaba ve girişimlerin yanında askeri yöntemlere de ağırlık verileceğini belirtiyor Obama. Bu çerçevede Soğuk Savaşı kazanan anti-komünist işbirliğine benzer bir oluşumu hayata geçireceğini belirten Obama “Cibuti’den Kandahar’a kadar saldırıya hazır bir şekilde kalacak” olan güçlü bir askeri oluşum kurmayı hedeflemektedir. Uluslararası alandaki bu önlemlerin yanında Bush döneminde hayata geçirilen ve çokça eleştirilen “vatan güvenliği” (homeland security) önlemleri Obama döneminde daha da ağırlaştırılacak. Bununla birlikte Obama 11 Eylül öncesi var olan ve saldırılardan sonra da kullanılmaya devam eden kurum ve prosedürlerin gözden geçirileceğini ve terörle mücadeleye uygun olarak yenileneceğini ifade etmektedir.
Obama Döneminde Türk-Amerikan İlişkilerinde Sorun Alanlarından biri 24 Nisan Sendromu • 1. Sözde Ermeni Soykırım İddialarının ABD Yasama ve Yürütmesi tarafından Tanınması İhtimali • Türk-Amerikan ilişkilerinde en uzun soluklu sorunlardan biri olan sözde Ermeni soykırımı sorunu aslında Amerika tarafından bakıldığında bir sorun değildir. Türkiye'nin üzerinde önemle durduğu bu konu ABD açısından tartışılmaya müsait değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse çok sayıda Amerikan devlet kurumu, basın yayın organı ve Amerikan halkının önemli bir kısmı açısından "Türkler Ermenilere soykırım uygulamıştır; bunun tartışılır bir yanı da yoktur" vs.
Obama ve Ermeni Soykırım İddiaları • Türk-Amerikan ilişkilerinde uzunca bir süredir gündemdeki yerini koruyan Ermeni soykırım iddiaları, Demokrat Parti adayı Barack Obama’nın başkan seçilmesi ile birlikte yeni bir boyut kazanmıştır.Seçim kampanyası sırasında Ermeni soykırım iddialarına çok açık bir şekilde destek veren Obama başkanlık görevine fiilen başladıktan sonra Amerikan yönetiminin Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı yönünde sinyaller vermiştir. • Amerikan dış politikası ve özelde de Türkiye-Amerika ilişkileri açısından bakıldığında böyle bir ihtimalin gerçekleşme ihtimali belirsiz olsa da Ermeni lobisinin ilk kez Amerikan yönetimince soykırım iddialarının tanınması konusunda somut bir beklenti içinde olduğunu söylemek mümkündür.
Bunun yanı sıra Obama’nın sadece kampanyalarda değil Senatör olarak Kongre’deki faaliyet ve tutumları da Ermeni soykırım iddialarına nasıl baktığı ile ilgili önemli ipuçları vermektedir. Soykırım iddialarına olan inancını defalarca gösteren Obama, Amerikan yasama organında iddiaların resmen tanınması için en fazla ve en azimli çalışan üyelerden bir tanesi. Bu açıdan değerlendirildiğinde Obama’nın aslında Ermeni soykırım iddialarına sadece Ermenilerin oylarını elde etmek için değil böyle bir soykırım vuku bulduğuna inandırıldığı için destek verdiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle Ermeni soykırımı Obama için bir seçim malzemesinin çok ötesinde bir anlam ifade ediyor. • Kendisinin de bir siyah olması ve dezavantajlı bir gruba mensup olması da doğal olarak mazlum ve mağdur olarak görülen ve gösterilen Ermenilerin iddialarını Obama’nın nazarında daha değerli hale getiriyor. İnsan haklarına belirgin ve reelpolitik parametreleri dışında bir önem atfeden Obama gerek etnik gerekse de siyasi kimliği nedeni ile Ermeni iddialarına önceki Amerikan başkan ve başkan adaylarından daha fazla ve daha samimi bir ilgi gösteriyor. Bu da doğal olarak Obama’nın Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı ihtimalini güçlendiriyor.
Bununla birlikte bu tanımanın o kadar kolay olmayacağını da söylemek mümkün. Muhtemelen dış politika ve özellikle de Orta Doğu hakkında pek fazla bilgisi olmayan Obama seçim kampanyası sırasında ve Kongre’deki görevi boyunca dış politika dengelerini ve Türkiye’nin ABD açısından Orta Doğu bölgesindeki kilit rolünü hesaba katmak zorunda kalmalı. Bu nedenle de Ermeni soykırım iddialarına olan yakınlık ve samimiyetini hiçbir engel olmadan gösterebildi. Ancak başkan olmanın getirdiği sorumluluk ve yükün farkına vardığında Ermeni soykırım iddialarının tanınmasının o kadar kolay olmadığının farkına varacaktır. • Ortadoğu bölgesinde ABD Türkiye’ye ciddi anlamda muhtaç iken sonucu belirsiz bir macera olması yüksek bir ihtimal olan Ermeni soykırım iddialarının tanınması Amerikan dış politikasına hakim olan ilkeler açısından bakıldığında ihtimal dışı gibi görünmektedir.
Özellikle Türkiye'de ABD-Türkiye ikili ilişkilerini nitelendirmek için 'stratejik ortaklık' teriminin kullanılması 2009’a kadar (Obama’nın ziyareti sonrası model ortaklık denmeye başlası)bir moda ve bir klişe haline gelmişti. • Ancak gerçekte stratejik ortaklığın ne olduğu tam olarak belli değil; belli olsa bile tarafların, özellikle de ABD'nin bu kavrama nasıl bir anlam yüklediğini tam olarak kestirmek oldukça güçtür. Belirgin ve herkesçe kabul edilebilir bir anlamı olmadığı için kavramın Türk-Amerikan ilişkilerinde sıklıkla öne çıkarılması pek gerçekçi gözükmemektedir. • Türk tarafının aksine ABD Türkiye ile olan ilişkilerinde şimdiye kadar stratejik ortaklık retoriğini daha az ve çok daha dikkatli kullanmıştır. Bununla birlikte Amerikalı bazı üst düzey yetkililerin daha çok Türk tarafını motive etmek ve sembolik bir jest yapmak için Türkiye için stratejik ortak nitelendirmesini kullandıkları da bir gerçek. Ancak pratikte bunun fazlaca bir anlamı olmayabiliyor.
Stratejik ortaklık kavramının belirli bir tanımı olsa bile Türk-Amerikan ilişkilerinin bu kavram ile açıklanıp açıklanamayacağı da tam olarak belli değil. Her iki tarafın da stratejik ortaklık nitelemesini kullanmasından yola çıkarak iki ülke arasında bu tür bir ilişkinin olduğunu söylemek tabii ki mümkün. Diğer bir ifade ile iki tarafın da açık bir şekilde kabul ettiği bir ilişki türünün aslında ikili ilişkilerde olmadığını söylemek çok sağlıklı bir yaklaşım gözükmüyor. Buna göre söz konusu stratejik ortaklık ilişkisinin içeriğinden ve her iki tarafın bu ortaklığı nasıl yorumladığından çok tarafların ikili ilişkileri nasıl isimlendirdiği önemli. • Ancak genel olarak kabul gören stratejik ortaklık tanımından yola çıkıldığında bile iki ülke ilişkilerinin aslında stratejik ortaklık seviyesinde olmadığı söylenebilir. İki ülke arasında stratejik ortaklık ilişkisinden bahsedebilmek için iki ülke dış politika amaçları arasında önemli ölçüde bir örtüşme olması, iki ülkenin ekonomik olarak çok yakın ilişkiler içinde olması ve en önemlisi de iki ülke halklarının kendilerini birbirlerine çok yakın hissetmeleri gerektiği kabul ediliyor. Stratejik ortaklığın böyle bir anlamı ve Türkiye ile ABD arasında bu anlamda bir ilişki var ise o zaman gerçekten de Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin çok özel olduğunu vurgulamak için bu kavramı kullanmak gerekli ve mantıklı. Ancak Türkiye ile ABD arasında, yukarıdaki anlamı ile bir stratejik ortaklık ilişkisinin olduğunu söylemek o kadar kolay değil. Her şeyden önce, şayet iki ülkenin dış politika amaçlarında bir örtüşme olsaydı TBMM bahsi geçen tezkereyi zaten reddetmezdi. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin iyi olduğunu söylemek de bütünüyle imkânsız. Hele hele iki ülke halkları arasında doğru dürüst bir temas bile olmadığı düşünüldüğünde stratejik ortaklık kavramını Türk-Amerikan ilişkilerine uygulamak olasılığı pek düşük olmakta.