330 likes | 570 Views
SUNUM. KITALARIN VE KÜLTÜRLERİN BULUŞMA NOKTASINDA İSTANBUL’UN ESNAFLARI. Bizans dönemi İstanbul’unda esnaflar genelde Mese yolu üzerinde (Altın Kapı’dan Büyük Saray’a giden yol), Constantinus Forumu (Çemberlitaş), Theodosius Forumu (Beyazıt) ile Ayasofya civarında kümelenmişti.
E N D
KITALARIN VE KÜLTÜRLERİN BULUŞMA NOKTASINDAİSTANBUL’UN ESNAFLARI
Bizans dönemi İstanbul’unda esnaflar genelde Mese yolu üzerinde (Altın Kapı’dan Büyük Saray’a giden yol), Constantinus Forumu (Çemberlitaş), Theodosius Forumu (Beyazıt) ile Ayasofya civarında kümelenmişti.
Bakkallar şehrin aşağı yukarı her semtinde bulunur, bunlar temel gıda maddelerinin yanında çivi, alçı, zift gibi değişik türde nalburiye malzemeleri de satarlardı. Ekmek fırınları günümüzde Çemberlitaş ile Beyazıt arasında kalan Artopoleia bölgesinde kümelenmişti. Kasaplar Osmanlı döneminde de olduğu gibi genelde şehrin dışında çalışıyorlardı.
Arzuhalciler Büyük Saray ile Constantinus Forumu arasında; ıtriyatçılar ise güzel kokular sarayın bahçesine yayılsın diye Büyük Saray’ın Halke Kapısı önünde tezgâh açıyorlardı. Mumcuların atölyeleri Constantinus Forumu ile Ayasofya çevresinde, bakırcıların atölyeleri ise Ayasofya’nın Batı Kapısı civarındaydı. İmparator I. Basileios (hd 867-886) kötü hava şartlarında seyyar satıcıların sığınabilmesi için bir kapalı çarşı yaptırmıştı.
Bizans dönemi boyunca İstanbul’da çalışan esnaflar için çeşitli yasaklar ve kurallar konuldu. Mesela kasapların, şehrin dışındaki çobanlardan hayvan alıp kesmeleri yasaktı. Hayvanlar ancak belli yerlerden alınıp belli yerlerde kesilebilirdi. Ayrıca domuz eti satan esnaf ile kuzu ve keçi eti satan esnaf birbirinden ayrıydı.
Bir başka ilginç yasak ise balıkçılarla ilgiliydi. Balık satıcılarının balık tutmaları yasaktı ve satacakları balıkları belli iskelelerden alırlardı. Bunların dışında, yangın tehlikesi yaratan esnafların birbirlerine çok yakın çalışmamasına ve şehrin kalabalık yerlerinde dükkân açmamalarına dikkat ediliyordu.
Bizans’ta esnaflık yapanlar çok nadir olarak işlerini sürdürdükleri dükkânın sahibi olabiliyordu. Genelde kiracılardı. Bu dükkânların çoğu kiliselere ait vakıflardı (yoksul halkın cenaze masraflarının karşılanabilmesi için İstanbul’da Ayasofya’ya ait 1500 dükkân vardı). Bunlar haricindeki diğer dükkânlar ise genelde aristokrasinin ve yüksek dereceli memurların elindeydi.
Esnaflık genelde erkeklerin yaptığı bir uğraş olmasına rağmen Paleologoslar döneminde (1261-1453) İstanbul’da kadın esnaf sayısı önemli ölçüde arttı. 14. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden İbn Battuta, çarşı ve pazarların kadın esnaflarla dolu olduğundan bahseder. Bizans döneminde esnaflık yapan kadınlar genelde yiyecek içecek ticareti ve dokumacılıkla uğraşırlardı.
Bizans esnafı loncalar halinde örgütlenmişti ve bunların denetiminden eparhos (vali) sorumluydu. Eparhos şehre giren malların denetimini, fiyatların kontrolünü, esnafın kurallara uyup uymadığını geniş bir kadro aracılığıyla denetliyordu.
Yardımcılarından biri olan “bullotes”in görevi ipek üreticilerini denetleyip üretimde belli bir kaliteyi tutturmalarını sağlamaktı. Esnaf loncaları ile eparhos arasındaki ilişkiyi ise “simpanos” denilen iki yardımcısı sağlıyordu. Eparhosun bir diğer önemli yardımcısı olan “legatarios” ise yabancı tüccarların denetimiyle görevliydi.
Osmanlı dönemindeyse İstanbul esnafı Bizans dönemindekine benzer şekilde genelde Beyazıt, Süleymaniye, Eminönü, Mahmutpaşa, Tahtakale civarında yoğunlaştı ve elbette merkez Kapalıçarşı’ydı. Bunun en iyi örneği, Kapalıçarşı’daki yaklaşık 60 sokak isminden 35’inin çeşitli esnaf isimleri taşımasıdır.
Bunun haricinde fetihten sonra “bilâd-ı selâse” olarak adlandırılan ve surdışında kalan Beyoğlu, Eyüp ve Üsküdar’da da esnaf toplulukları görülmeye başlandı. Eyüp’te çömlekçilik ve oyuncakçılık, Yedikule ile Kazlıçeşme civarında kasaplık ve dericilik gelişti.
Fetihten kısa süre sonra şehre gelen mallarda sıkıntı baş göstermeye başladı. Bunun sebebi, boğazlardaki kötü hava şartları ve kış aylarında ulaşıma kapanan yollardı. Bu aylarda ihtiyaçların karşılanamaması, Fatih Sultan Mehmet’ten sonraki padişahları bu konuya bir çözüm bulmaya yöneltti ve Venedik ile diğer İtalyan prensliklerinde uygulanan usulü İstanbul’da da denemeye başladılar. Buna göre şehre giren mallar esnafa belli oranda dağıtılacak ve belirlenen satış fiyatının üstünde satılamayacaktı. Gedik usulü denen bu usul sayesinde İstanbul ekonomisi planlı bir görünüme kavuştu.
Şehre gelen her mal gedik teşkilatı kâhyaları tarafından malın kalitesi ve miktarına göre fiyatlandırılıyor, nakliye masraflarına göre genelde %10’luk bir kâr payıyla esnaf tarafından İstanbul halkına satılıyordu.
Örnek vermek gerekirse, başta Selanik olmak üzere belli yerlerden getirilen çuhaların İstanbul’daki ilk durağı Beyazıt’taki Şimkeşhane’de bulunan Miri Çuha Ambarıydı. Çuhalar her yıl Kadir Gecesi’nden başlayarak üç gün içinde çuhacı esnafına dağıtılır, görev yeri İstanbul dışında olanlar ile yetmediği için çuha alamayanlara ise “çuha para” denilen bir ücret ödenirdi.
İstanbul esnafını ilgilendiren işlerden ve esnaftan sorumlu olanlar, kadılıklar, ihtisap ağaları ve son dönemde Şehremaneti’ydi. Esnaf ile devlet arasındaki ilişkiyi kethüdalar, esnaf ile kethüda arasındaki ilişkiyi ise esnaf ileri gelenlerinden seçilen yiğitbaşıları sağlıyordu.
Kadıların genel işlerinin dışında bir de devletin esnaf nezdindeki temsilcileri olma görevleri vardı. Kadılar esnafın denetlenmesinden, şehrin iaşesi için gerekli her türlü ürün ve maddenin miktar ve fiyatının belirlenmesinden, dağıtımından, hilelerin engellenmesinden sorumlulardı. Kadı adına bu görevi ihtisap ağası veya muhtesip yürütürdü. Şehre gelen malları paylaştırma, divan veya kadı tarafından belirlenen fiyatlara (narh) uyulup uyulmadığını denetleme, satış yerlerini, dükkânları teftiş etme ve vergileri toplama muhtesibin göreviydi. Ayrıca muhtesip, kurallara uymayan esnafı cezalandırmak için teftişe çıktığında yanına birkaç infaz memuru da alırdı.
Tanzimat’tan önceki büyük esnaf teftişlerine sadrazam, yeniçeri ağası, kolluk çorbacıları ve esnaf kethüdaları da katılırdı. Esnafa verilen cezaların en hafifi falakaya yatırmaktı ve bu ceza genelde esnafın dükkânı önünde uygulanır, falakaya ek olarak bir de para cezası verilirdi. Daha ağır suçlar işleyenler veya suçunu tekrar edenler ya meslekten men edilir ya da mahkûm edilirdi. Bu tür hapis cezalarının infazı için Baba Cafer Zindanı kullanılırdı.
Tarih içinde verilen en ilginç cezalardan biri bir fırıncıyla ilgilidir. Ahmed Cevad Paşa “Tarih-i Askeri-i Osmani”de devamlı aynı suçu işleyen ve bir türlü uslanmayan bir fırıncının tezgâhının başında kulaklarından duvara çakıldığını anlatır.
Osmanlı döneminde, eğer ordu mensubu değilse aşağı yukarı herkes bir esnaf loncasına kaydolurdu. Esnaf loncalarının ticaret hayatında olduğu kadar sosyal hayatta da oldukça önemli bir yeri vardı. Bir esnaf bir loncaya çırak olarak kaydedildikten sonra belli bir grubun üyesi sayılır ve lonca tarafından her türlü ihtiyacı gözetilirdi.
Her loncanın “taavun sandığı” denen bir fonu vardı. Burada biriken üye aidatları ihtiyacı olan lonca üyelerine dağıtılır, bu sandık genelde yardımlaşma için kullanılırdı. Bir üye, işleri bozulup maddi sıkıntıya düştüğünde bu fondan yardım alır, yoksul bir üye öldüğünde cenaze masrafları, bekâr üyelerin düğün masrafları da bu fondan karşılanırdı. Ayrıca bu fon, kredi olarak adlandırılabilecek ödemeler de yapar, işini veya dükkânını büyütmeyi isteyen üyeler bu fona başvururlardı.
Bunların dışında İstanbul esnafının çeşitli gelenekleri de vardı. Mesleğe girişin ilk aşaması “peştamal kuşanmak”tı. Çırak, ustasından mesleğin inceliklerini, meslekle ilgili araç gereci kullanmayı öğrendikten sonra lonca ileri gelenleri tarafından sınava tabi tutulur, başarılı olması halinde beline bir peştamal bağlanırdı. Çıraklık diploması yerine geçen ve “şed” denen bu peştamalı dualar, törensel söz ve davranışlarla kuşanan çırak, artık kalfa sayılırdı.
Kalfa olan çırak, ustasıyla beraber aynı dükkânda çalışmaya devam edebileceği gibi, lonca uygun görürse ve boş bir gedik bulabilirse kendi dükkânına da geçebilirdi. Bu durumda “çırak çıkarma” denen, dua ve sınavdan oluşan ikinci bir tören yapılır, kalfa bu sınavı da verdikten sonra kendi dükkânında çalışmaya başlardı.
İstanbul esnafı aşağı yukarı her yıl ve belli günlerde, Haydarpaşa, Küçüksu, Beykoz, Büyükdere çayırları ile Florya ve Kâğıthane mesirelerinde büyük eğlenceler ve ziyafetler düzenlerlerdi. Her loncanın bu iş için kendi malı olan süslü sofra ve yemek takımları olur, bunlar mesire yerine taşınır, çırak, kalfa, usta ve lonca ileri gelenleri birkaç gün boyunca kurulan çadırlarda kalır ve beraberce eğlenirlerdi. Bu eğlencelerde gençler çeşitli oyunlar oynar, yaşlılar ise vakitlerini ya gençleri seyrederek veya sohbetle geçirirlerdi.
Evliya Çelebi, kuyumcuların her yıl düzenledikleri eğlencenin yanında 20 yılda bir düzenledikleri ve 10 gün 10 gece süren eğlencelerden bahseder. Kâğıthane’de düzenlenen bu eğlence için saray da nakdî ve aynî yardımlarda bulunur, eğlenceye kös ve davul gönderir; bu eğlencelere başka illerdeki mesleğin ileri gelenleri de davet edilirdi.
İstanbul esnafının yaptığı en gösterişli eğlenceler esnaf alaylarıydı. Bu alaylar genelde ordunun sefere çıkması, şehzadelerin sünneti, sultanların düğünü, saraydaki doğumlar ve şehre gelen önemli konuklar için düzenlenirdi. Esnaf alayları iki türlüydü. Bunlardan biri ordunun sefere çıkışı dolayısıyla ordu esnafı tarafından, diğeri ise şenlikler sırasında İstanbul esnafı tarafından gerçekleştirilirdi.
Esnaf alaylarının mekânı Atmeydanı’ydı. Esnaf alayı Sirkeci civarında toplanır, burada sıraya girerek günümüz tramvay yolundan ilerleyip onları Gülhane’deki Alay Köşkü’nden izleyen padişahın önünden geçerek Atmeydanı’na varır ve burada çeşitli eğlenceler düzenlerlerdi. Padişah bu eğlenceler sırasında esnaf ileri gelenlerine hediyeler dağıtır, İstanbul halkı yollara dizilerek eğlencelere büyük bir rağbet gösterirdi.
Evliya Çelebi Seyahatname’de Bağdat seferi öncesinde (1638) düzenlenen ordu esnafı alayından, Eremya Çelebi Kömürcüyan ise Ruzname’de 1657 yılında Girit seferi nedeniyle yapılan esnaf alayından ayrıntılı şekilde bahsederler. Bu iki yazardan aldığımız bilgiye göre esnafların geçişi şu şekildeydi: Remilciler tahtırevanlar üzerinde talih, kura ve remil tahtalarıyla beraber kendilerine özgü sözler söyleyerek; macuncular ellerindeki gümüş macun hokkalarından izleyicilere macun ikram ederek; tımarhaneciler delileri altın ve gümüş zincirlere bağlayıp kimi ağlar, kimi güler, kimi zincir kırar, kimi izleyicilere saldırır gibi yaparak;
çiftçiler boynuzlarını süsledikleri öküzlerini sabana koşmuş olarak; değirmenciler araba üzerine kurdukları değirmen düzeneğinde öğüttükleri unları seyircilerin üzerine serperek; ekmekçiler çeşitli boy ve özellikte ekmek, çörek, simit gibi yiyecekleri siniler üzerinde taşıyarak; kasaplar bellerinde bıçaklarla, süsledikleri koyun ve keçileri yanlarında taşıyarak; bir devenin üzerine kurdukları dükkânda aktarlarla beraber şekerci ve sabuncular sağa sola tütsüler yaparak esnaf alayında boy gösterirlerdi.
Esnaf alayları içinde en görkemlisi 1582 yılında düzenlendi. Bu alaya katılan esnaf sayısı 180’di. Esnaf alayları Cumhuriyet döneminde de devam etti. Cumhuriyet’in 10. yılında düzenlenen şenliklere büyük bir esnaf alayı da katılmıştır.
Cumhuriyet döneminden günümüze kadar çıkarılan çeşitli kanunlarla esnaf toplulukları belli bir düzene sokulmaya çalışıldı. 1964 yılında yürürlüğe giren Esnaf ve Küçük Sanatkârlar Kanunu ile yeni bir düzenlemeye gidildi ve esnaf ve sanatkâr derneklerine kamu kurumu niteliği verildi. 1951 yılında kurulan İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Birliği, 1991 yılında Odalar Birliği’ne dönüştü. Bugün Birlik yaklaşık olarak 250.000 üye ve 155 odadan oluşmaktadır. Kaynak: “İstanbul’un 100 Esnafı” adlı eserden faydalanılmıştır.
TEŞEKKÜR EDERİZİSTESOB EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜEğitim Müdürü: Metin İÇTEMEğitim Müd. Asistanı: Ahmet Z. GÜNDOĞDU