910 likes | 1.14k Views
MASAL PROGRAMI. TAM 90 SAYFA. ÇIKIŞ. ÇOCUKLARINIZA OKUYABİLECEĞİNİZ BİRBİRİNDEN GÜZEL TAM 18 ADET MASAL İYİ EYLENCELER Bu Program Şakir GÜLDEN Tarafından Tüm Masal Severler İçin Hazırlanmıştır. Sakirgulden@mynet.com. Yapımcı Hakkında. ÖRDEK OKULU. KEDİLER. AKBABALARIN UMUDU.
E N D
MASAL PROGRAMI TAM 90 SAYFA ÇIKIŞ ÇOCUKLARINIZA OKUYABİLECEĞİNİZ BİRBİRİNDEN GÜZEL TAM 18 ADET MASAL İYİ EYLENCELERBu Program Şakir GÜLDEN Tarafından Tüm Masal Severler İçin Hazırlanmıştır. Sakirgulden@mynet.com Yapımcı Hakkında ÖRDEK OKULU KEDİLER AKBABALARIN UMUDU KURT KAPANI AVA GİDEN AVLANIR KÜÇÜK TIRTIL CANAVARLAR ÜLKESİ PUPSY DEMOKRASİ BEKÇİSİ SEVGİ AĞACI DÜŞLER ÜLKESİ SİYAH İNCİ GÖLGE TAŞ ADAM İYİLİK YAP ALTIN OLSUN TEMBEL ADAM KAVAL ÇİÇEĞİ YALNIZ ADAM
ANA SAYFA ÖRDEK OKULU Yeşil başlı erkek ördek, kanatlarını çırparak gölün kenarına doğru koşmuş. Göldeki balıkçıllara, filamingolara sevinçle seslenmiş: "Bab oldum! Baba!". Perdeli ayaklarıyla, kıyı boyunca badi badi koşuştururken sevinçle bağırıp, baba olduğunu herkese duyurmuş. Suda ince uzun ayaklarını ve uzun gagalarını kullanarak avlanmakta olan balıkçıllar ve filamingolar, gagalarını şakırdatarak ördeği kutlamışlar. Sonra hiç bir şey olmamış gibi avlanmayı sürdürmüşler. Gölün çevresindeki ağaçlarda ötüşüp duran serçeler ardı ardına "Ne oldu? Ne oldu?" diye seslenmişler. Yeşil başlı ördek keyifle "Baba oldum" demiş. Serçeler de kanat çırpıp, sevinçle ötüşerek ördeği kutlamışlar. Serçelerden birinin "Bu mutlu haberi herkese duyuralım" demesi üzerine, gölde avlanmakta olan bir balıkçıl işini bırakıp uzun bacaklarını suyun yüzeyine değin kaldırarak ağır ağır gölün diğer kıyısına değin yürümüş. Orada, turnalara seslenerek, ördeğin baba olduğunu söylemiş. Turnalar ördeğin sevincini yaymak için kanat çırpıp uçmuşlar... Bunu gören serçelerden bir çoğu haberi yaymak için ağaçtan ağaca uçmaya başlamışlar. Sevinç çığlıkları ve kuş sesleri çevreyi kaplamış. Bir ağaç kovuğundan fırlayan sincap ağaçtan ağaca koşturmuş. her kovuğa başını sokup, yeni doğan ördek yavrularının haberini yaymış. Yeşil başlı ördek, gururla yürüyerek annenin yanına gitmiş. "Herkese bebeklerin haberini ulaştırdım" demiş. Anne ördek, yüzündeki gülümsemeyle kanatlarını hafifçe kaldırıp, altındaki küçük ördek yavrularını babalarına göstermiş. Sonra üşümesinler diye kanatlarını üstlerine örtmüş... Yavruları gören ibikli horoz, başını öne arkaya sallayarak göğsünü kabartarak ördeklerin yanına gelmiş. Biraz yüksek sesle: - Bu civcivlerin işi ne? Neden sizin yanınızdalar? - Onlar civciv değil. Ördek yavrusudur. diye yeşil başlı ördek diklenerek yanıt vermiş. Horoz, yavruların civcivlere benzemesine şaşmış ama, tavukların "Gel buraya. Gel buraya" dediğini duyunca üstelemeden geldiği gibi başını öne arkaya savurarak kümesine dönmüş. Yeşi başlı ördek gagasıyla annenin başını okşamış. Yanında ayaklarını altına alıp çömelmiş. Sevgi dolu gözlerle anneyi izlemeye başlamış. Biraz utangaçlıktan, biraz da sevginin güzelliğinden olsa gerek, anne ördek, başını hafifçe yana büküp, sessizce babanın kendisini süzmesine izin vermiş. Mutluluk ve sevgi gurultuları çevreye yayılırken ördek yavruları annelerinin kanatları arasında kıpırdıyor, kah oradan çıkarak çevreyi geziyor, kah üşüyüp annenin koynuna girerek ısınıyormuşlar... Uzaklardan kuşların cıvıltısı ve diğer hayvanların sesleri duyuluyormuş. Tüm hayvanlar, ördek yavrularının doğumunu kutladıklarını söylüyormuşlar... İLERİ
ANA SAYFA Ördek yavruları biraz büyüyünce ortalıkta dolaşmaya başlamışlar. Sevimli küçük yavrular yaramazlık yapıp, birbirleriyle oynaşırken horoz homurdanıyor, onların varlığını istemediğini belli ediyormuş. Gerçi anne ve baba ördek, yavrularını başı boş bırakmayıp yanlarında olmaya çalışıyormuşlar ama, yaramazlıklarını her an engelledikleri söylenemezmiş. Yaramazlık yapan yavruları dikkatle izleyen horoz, her fırsatta onları kovalıyor, yakaladıklarını gagalayarak canlarını acıtıyormuş. Küçük ördek yavruları canları acıyıp çığlık atarak kaçışınca, yeşil başlı ördek, kanatlarını açarak horozun üstüne yürümek zorunda kalıyormuş. Her nedense horoz, baba ördekle uğraşmak istemeyip kasılarak kümesine dönüyormuş. Bu didişmeden yorulan hep baba ördek oluyormuş... Anne ördekle baba ördek, oturup bu soruna bir çözüm aramışlar. Sonunda akıllarına bir okul kurup, ördek yavrularını burada eğitmek düşüncesi gelmiş. Yavrular okulda oldukları zaman yaramazlık yapmayacak, çevreyi dağıtmadıkları için horoz onlara saldırmayacakmış. Hem de yavrular denetim altında daha güvenli büyüyebilecekmiş. Ayrıca okulda yeni şeyler öğrenecek, yaşamın yalnız oyun oynamak olmadığını, öğrenmek ve öğrenilenleri uygulamak olduğunu anlayıp daha iyi yetişecekmişler. Anne ve baba ördek, okul olabilecek yer aramaya başlamışlar. Onları çevreye bakınırken gören horoz tünediği yerden: - Hayır ola. Yavrulardan birini mi kaybettiniz? - Hayır. Ördekler için bir okul açalım istedik. Uygun bir yer arıyoruz. Horoz biraz duralamış. Yavrular okulda olunca çevreyi dağıtmayacağı, kendisinin de öfkeyle peşlerinden koşuşturmayacağını düşünüp: - Arkada boş bir kümesimiz var. Okul olarak orayı kullanın. demiş gülümseyerek. Anne ve baba ördek çok şaşırmışlar. Yavrularına öfkelenen horozun niye yardım etmek istediğini pek anlamamışlar ama, söylediği kümes, okul olarak kullanmak için en uygun yermiş. Horozun izin vermesine şaşırarak: - Karşılığında ne isteyeceksin? - Kümes kirası olarak, her ay bir çuval buğday verirseniz anlaşırız. Horozun iyilik yapmayacağını, bu öneriyi bir iş ilişkisi gibi düşündüğünü anlayan yeşil başlı ördek, düşünmeden öneriyi kabul etmiş. Yoksa horoz, iyilik olsun diye hiç bir şey istemiyecek olsaymış, "Bunun altında bir kurnazlık vardır" diyerek öneriyi kabul etmeyecekmiş. Sonunda ördekle horoz, kullanılmayan kümesin "Ördek Okulu" olmasında anlaşmışlar. Anne ördek yuvalarına dönerken: - Çok yüksek kira istedi. Nasıl öderiz onca kirayı? diye söylenince: - Bir yolunu buluruz. Önemli olan yavrularımızın güvenliği. demiş yeşil başlı ördek. Anne ve baba ördek, kullanılmayan kümesi temizlemişler. Sonra öğrencilerin oturacağı yerleri ve öğretmenin duracağı kürsüyü hazırlamışlar. Ne yapıldığını anlamadan yavru ördekler de onlara yardım etmişler. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bir gün anne ördek, tüm yavrularını çevresine toplamış. Onları okul olarak hazırladıkları yere götürmüş. Yeşil başlı baba ördek orada bekliyormuş. Anne ördek yavrularına dönüp: - Yavrularım, burası bir Ördek Okulu. Burada okuyup bilgi ve becerinizi geliştireceksiniz. Babanız size eğitim verecek. Anlatılanları öğrenmeye çalışın. Unutmayın ki size anlatılan her şey eskiden yaşanmış olaylardan ediline deneyimlerden kazanılmış bilgileri içerir. Onları eksiksiz öğrenmeye çalışın... Yavru ördeklerin sabırsızca içeriye girmek istediklerini gören anne ördek, konuşmasını uzatmayıp yavrularını öğretmene teslim etmiş ve orada ayrılmış. İlerleyen günlerde Ördek Okulu'ndan gelen sesler dinlenmeye değermiş. Yavru ördeklerin hep bir ağızdan "abc" diyerek incecik sesleriyle bağırarak kanat çırpmaları ilerideki ağaçlardan ve gölün kıyısından bile duyuluyormuş. Ağaçlardaki serçelerin ötmeyi kesip, örnek yavrularını dinledikleri olurmuş. Balıkçıllar avlanmayı bırakıp, başlarını göğe kaldırarak duydukları seslerin anlamını çıkarmaya çalışırmışlar. Ördek yavrularının öğrenirken çıkarttıkları coşkulu sesleri çevreye yayıldıkça, okulun çevresine meraklılar dolmaya başlamış: Çitlerin üzerine tüneyen kuşlar, gölden ayrılıp, seslerin ne olduğunu anlamaya çalışan balıkçıllar, taşlara tırmanmış sincaplar ve tavşanlar... Meraklılar çoğaldıkça horoz durur mu? Hemen kümesin damına çıkarak uzun uzun ötüp, yavruların sesini bastırmak ve dikkati kendi üzerine çekmek istermiş. Ama çevreye toplanan hayvanlar horozun ötüşüne aldırmadan, yavruların söylediği şarkıları mırıldanır, onlara eşlik etmeye çalışırmışlar. Bu duruma öfkelenen horoz, yerinde duramaz, kanat çırparak üstlerine yürür, onları korkutarak ördek okulunun çevresinden uzaklaştırmaya çalışırmış. Okulun yararlı olduğunu anlayan kuşlar ve sincaplar da yavrularını Ördek Okulu'na göndermeye başlamışlar. Sınıf yeni katılan yavrularla çok kalabalık olmuş. Ama, kalabalık bir sınıf olması, dersleri aksatmıyor, tam tersine herkes tüm dikkatini toplayarak yeşil başlı ördeğin anlattıkları dinleyip çık bile çıkarmıyormuş. Sonunda horoz gelişmelere dayanamayıp okul bitiminde sallana sallana anne ödreğin yanına giden yeşil başlı ördeğin karşısına dikilmiş. Sesi de, davranışı da, Ördek Okulu'ndan hoşnut olmadığı belli ediyormuş. - Seninle bu okul konusunu bir kez daha konuşmalıyız. diye söze başlamış. Yeşil başlı ördek, horozun ne yapmak istediğini anlamış ama anlamamazlığa gelerek: - Ne konuşacağız? Kiramızı ödüyoruz. Yavrular artık seni ve kümesini yaramazlıklarıyla rahatsız etmiyorlar. Herşey istediğin gibi değil mi? GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Hayır. Bence bana az kira veriyorsunuz. - Ama kirayı sen belirlemiştin. Biz pazarlık bile yapmamıştık. - Ben anlamam. Bundan böyle her ay üç çuval buğday vereceksiniz. - Ama bu çok. - O zaman kümesten çıkarsınız. - Kümesten çıkarsak okul kapanır. - Ben anlamam. demiş ve yanlarından uzaklaşmış. Başını bir öne bir arkaya sallayarak keyifle kümesine doğru giderken yan gözle ördekleri süzüyormuş... Yeşil başlı ördek, horozun tavrına ve söylediklerine hem çok öfkelenmiş hem de çok üzülmüş. Öfkelenmiş çünkü horoz kıskançlık yapıyor, okulda yavruların öğrenim görmelerini istemiyormuş. Üzülmüş çünkü mal horozun, keyfi için kirayı arttırması yasalara aykırı değilmiş. Başı öne eğik anne ördeğin yanına değin gitmiş. Hem ders anlatmak, hem de kalan sürede horozun istediği kadar çok buğday bulmak olanaksızmış. Anne ördek gagasıyla, baba ördeğin yeşil başını okşamış: - Kuşlardan ve sincaplardan yardım istersin. Onlar da yavrularını okula getirirken her gün taşıyabildikler kadar buğday getirsinler. Baba ördek umutsuzca anne ördeğe bakmış: - Bulabilirler mi bilmiyorum. Ama, bir denerim. Yoksa okulu kapatmak zorunda kalacağım. Yeşil başlı ördek, ertesi gün kuşlara ve sincaplara konuyu açmış. Dili döndüğünce hem okulda eğitim vermenin hem de horozun istediği kadar çok buğday bulmanın olanaksız olduğunu, bu nedenle yardımlarına gereksinimi olduğunu anlatmış. Kuşlar ve sincaplar "Okul sürsün, yavrularımız eğitim görsün" diyerek her gün buğday getirmişler. Ay sonunda horozun istediğinden de çok buğday birikmiş. Horoza istediği üç çuval buğdayı vermişler. Kalanını başka aylarda, istenilen kadar buğday sağlayamazlarsa, kullanmak üzere saklamışlar. Horoz okulun sürdüğünü, kiranın artması eğitimi engellemediğini görünce: - Çıkın kümesimden. diyerek gerçek emelinin ne olduğunu açık ve öz bir biçimde anlatmış. Yeşil başlı ördek, nedenini anlayamadığını söylemişse de horoz sözünden dönmüyor, kümesten çıkmalarını istiyormuş. Çevredeki tüm hayvanlar, kibirli horozu düşüncelerinden caydırmak için çok uğraşmışlar. Horoz kendi kümesine sığmadıklarını, bazı tavukları okul olarak kullanılar kümese taşıyacağını söyleyerek, düşüncesini değiştirmeyeceğini bildirmiş. Umutlarını yitiren diğer hayvanlar, üzüntü içinde anne ördeğin yanına gidip soruna bir çözüm aramak üzere sessizce bekleşmişler. Aslında hepsi birbirine bakıyor, birinin çözüm üretmesini (daha doğrusu konuşmasını) bekliyormuş. Yeşil ördek çevresinde sessizce ağlaşan öğrencilerine seslenerek: - Artık okul yok. Kümese gidip eşyalarımızı toplayalım. demiş üzüntülü bir sesle. Tüm öğrenciler küçücük adımlarının koşmakla yuvarlanmak arasında hızıyla okula gidip ders araçlarını, sıralarını ve kitaplarını toplamışlar. Kapının önünde ne yapmaya çalıştıklarını görmeye gelen horoza ters ters bakıp: GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Unutma. Yine okuyacağız. Sen bize engel olamazsın. demişler. Yavrular, anne ördeğin yanına döndüklerinde gözlerinden sicil gibi yaş akmaktaymış. Tüm hayvanlar çok üzgünmüşler. İşte tam bu sırada kanatlarını çırparak gelen bir serçe, hayvanların hepsinin görebileceği bir yüksekliğe konmuş ve onlara seslenerek: - Üzülmeyin. Tüm hayvanlara haber salabiliriz. Herkes yardım edince kendi okulumuzu kendimiz yapabiliriz. Eskiden kiraya karşılık buğday toplamak için çalışıyorduk. Şimdi çalı çırpı toplarız. Hepimiz yuva kurmayı biliyoruz. Bu kez tüm yavruları içine alacak kocaman bir yuva kurarız. Okul yapmak için çalışmaz mısınız? Tüm hayvanlar sevinçle çığlık atıp, "Olur. Kendi okulumuzu kendimiz yapalım" diyerek dağılmışlar. Tüm hayvanlara haber uçurmuşlar. "Yuva kurmak için topladığınız çalılardan biraz da okul için toplayın" demişler. Tüm hayvanlar okulları için çevreden çalı çırpı toplamaya başlamışlar. Bir çoğu istenilen tür çalı bulamamış. Onlar da yuvalarından söktükleri çalıları getirmişler. Ağaçların arasından koşarak gelen hayvanların ve hızla uçan kuşların ağızlarında taşıdıkları çalılar anne ördeğin önünde birikmeye başlayınca, anne ördek yavrulara dönüp: - Haydi yavrular. Boş durmayın bana yardım edin. Biz de getirilen çalılardan okulumuzu yapalım. Yeşi başlı ördek ve yavrular kanatlarını açarak okulun yapılmasını için çalışmaya başlamışlar. Okulun duvarları hızla yükselmiş. İş çatıyı yapmaya gelince, kuşlar ördeklerin yerine geçip, çatıyı çalılarla kaplamışlar. Sincaplar onlara yardım etmiş. Kısacık bir günde okul tamamlanmış. Hem de, eski okullarından daha güzel görünüyormuş. Çünkü bu okulu kendi elleriyle yaptıklarından, onlara cennet gibi güzel görünüyormuş. Horoz, bahçenin diğer ucundan, hayvanların ne yaptıklarını öğrenmeye çalışıyor, çitin üzerinde kıpırdamadan sonucu bekliyormuş. Arada başını sağa sola çevirip, göz ucuyla tavukların diğer hayvanlara yardım edip etmediğini izliyormuş. Zavallı tavuklar, horozdan korktukları için diğer hayvanlara hiç yardım etmemişler. Bahçeden dışarıya çıkmayıp, önlerine konan yemlerini yemişler... Okulun yapımı tamamlanınca tüm yavrular okul gereçlerini yeni yapının içine taşımışlar. Çok çalışmaktan yorulmuş olmalarına aldırmadan arada şarkı bile söylemişler. Eksik kalmayınca, tüm hayvanlar okulun kapısı önünde toplanmışlar. Anne ördek: - Yardımlarınızla okulumuzu tamamladık. Yarın her zamanki gibi eğitiminiz sürdürecek. Bugün yoruldunuz. Gidip dinlenin. Sakın yarın derse geç kalmayın. Sevinçle çığlık atan öğrenciler: - Evet! Kimse bize engel olamaz. Birlik olunca, baş edemeyeceğimiz sorun olmaz. Bunu kanıtladık. demişler. Sonra tüm hayvanlar dağılıp yuvalarına dönmüşler. Anne ördek, yeşil başlı baba ördek ve yavruları, yeni okulun yanındaki yuvalarında huzur içinde uyumuşlar... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Sabah erkenden ötmeye başlayan horoz: "Yine sabah olduuuu..." derken sesindeki üzüntüyü gizleyememiş. Kuşların cıvıldamasını duyan yavrular koşuşarak yeni okullarına gelmişler. Neşe içinde okulun bahçesinde oyunlar oynamışlar. Sonra hepsi ders başlamadan sınıfta yerlerini almışlar. Yeşil başlı ördek, göğsünü kabartarak sınıfa girmiş. Yavrulara bakıp yutkunmuş. Sonra tok bir sesle: - Günaydın demiş. Yavruların hepsi birden incecik sesleriyle neşe içinde bağırmışlar: - Günaydın öğretmenim... GERİ
ANA SAYFA AKBABALARIN UMUDU Çok eski çağlarda, ülkenin birinde, dinazorların yuvalandığı bir yer vardı. Dinazorlar, yavrulama zamanı geldiğinde, yumurtalarını buraya bırakırdı. Bazı dinazorlar, bırakılan yumurtaların başını bekler, yavruların yumurtadan çıkışında, onların yaşama alışmaları için gereken ilk desteği sağlama görevini üstlenirdi. Bu dinazorlara "Öğretmen" denirdi. Dinazor yavruları, kendi başlarına yaşamlarını sürdürebilecekleri büyüklüğe gelince, yuvadan ayrılıp, ülkenin diğer yerlerine yayılırdılar. Yuvadan çıkan dinazor yavrularının çoğu, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu batıya göç ederdi. Burada, yeşillikler ve bol yiyecek vardı. Batının en verimli alanları, yedi tepeye yayılmış ağaçlık bölgeydi. Buraya "Yedi Tepe Ormanları" denirdi. Dinazor yavruları en çok, Yedi Tepe Ormanları'na giderdi. Yedi Tepe Ormanları'nın nehir gibi akan mavi denizin yanında olması, buraya ayrı bir güzellik veriyordu. Ormandaki hayvanlar, çoğu zaman dinlenmek için deniz kıyısına iner, boğazın diğer yakasındaki ormanlara ve kıyıdaki kumsala bakıp, zaman geçirir, birbirleriyle oynayıp eğlenirdi. Yedi Tepe Ormanları'nda yaşayan dinazorların sayısı çoktu. Dinazorlar, ormandaki ağaçların arasında gizlenerek yaşadıklarından, sayılarının ne denli çok olduğu, diğer hayvanlarca bilinmezdi. İri gövdeli dinazorları görenler, onlardan korkup kaçardı. Gerçi dinazorların çoğu, başka hayvanlara zarar vermeden, ormandaki yiyeceklerle yetinmeye çalışırdı ama, diğer hayvanlar onların ürkütücü büyüklüğünden çekinir, onlara pek yaklaşmazdı. Bazı kurnaz hayvanlar, dinazorların kendilerine saldıracağını düşünüp, orman yasalarını çiğnememeye çalışırdı. Bazıları da, belli etmeden, yasalara aykırı davranışlarını sürdürürdü... Yedi Tepe Ormanları'nda yalnız dinazorlar yaşamıyordu. Bu ormanın çevresindeki taşlık alanlarda akbabalar da yaşardı. Bilirsiniz akbabalar yeşil alanları sevmezler. Onlar taş ve kum çöllerinde yuvalanırlar. Yedi Tepe Ormanları'nın çevresindeki taşlık alanları kullanan akbabaların gözü, hep Yedi Tepe Ormanları'ndaydı. Burayı nasıl taş çölüne çevireceklerini kuruyordular. Aslında bir çok orman alanını, taş çölüne çevirmeyi başarıp, buralara yuvalanarak sayılarını daha da çoğaltıyordular. Ormandaki ağaçların arasında gizlenmeye çalışan dinazorlar, ormanlar yok oldukça saklanacak yer bulma güçlüğü çekiyordular. Bu nedenle akbabaların taş çölleri, en çok dinazorları huzursuz ediyordu... Ormanları yok olan diğer hayvanlar, taş çölündeki oyukların arasına saklanıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor ama, açlıktan güçsüz düşünce, akbabalara yem oluyordu. Yedi Tepe Ormanları'nın taş çölüne dönüşmeye başlaması üzerine dinazorlar yaşamak için kendilerine yeni bir yer aramaya başladılar. İLERİ
ANA SAYFA Sonunda boğaza bakan yamaçlardan birinde, yeşilliği bozulmamış, ağaçları akbabalarca yok edilmemiş, bir vadi buldular. Bu alana "Yeşil Vadi" adını verdiler. Dinazorlar, buranın da taş çölüne dönüşmemesi için akbabaları Yeşil Vadi'den uzak tutma kararı aldılar. Yedi Tepe Ormanlarında yaşamlarını sürdüren dinazorlar, Yeşil Vadi'yi dinlenme alanı olarak kullanacaktı. Yedi Tepe Ormanları'nı yalnız akbabalar yok etmiyordu. Diğer hayvanların bilinçsizce ağaçları kemirmesi sonucu, ağaçlar yok oluyor, yerini çıplak topraklara bırakıyordu. Yedi Tepe Ormanlarının yer yer kel olup, kabaklaştığı günlerde, Yeşil Vadi'nin el değmemiş güzelliği dinazorları pek sevindirdi. Bu alana kimse zarar versin istemediler. Dinazorların en irilerinden olan iki Trex, Yeşil Vadi'nin yönetimini üstlendiler. Tciretops ve Brantosaurus da onlara yardım etti. Yönetimin ilk işi, Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların türlerini belirlemek oldu. Yeşil Vadi'de ağaçların ve çalıların arasında yaşayan tüm hayvan türlerini belirlemek çok zordu. Trex, burada kaplumbağa yaşadığını öğrendi. Tüm dinazorlar, çevreyi araştırıp kaç tane kaplumbağa yaşadığını bulmak istediler. Gördükleri her kaplumbağa numaralandırıldı ve Yeşil Vadi'de oniki kablumbağa olduğunu anlaşıldı. Söylentiye göre, Yeşil Vadi'de papağanlar ve yılanlar da yaşıyordu. Dinazorlar, bulabildikleri yılanların boyunlarına halka geçirdiler. Papağanları da ayak bileklerinden numaraladılar. Yeşil Vadi'de yaşayan tüm hayvanlar belirlendikten sonra Trex, dinlenmeye gelen dinazorları topladı ve: - Arkadaşlar. Bu alanda yaşıyan tüm hayvanları belirledik. Bu hayvanlar Yeşil Vadi'ye bugüne değin zarar vermemişler, bundan sonra da zarar vermezler. Başka hayvanların bu alana girmelerini engellersek Yeşil Vadi'nin yok olmasını önleriz. diye seslendi. Dinazorlar Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların yaşam koşullarını iyileştirmek ve kendilerine güzel bir dinlence ortamı hazırlamak için Yeşil Vadi'yi onarmaya başladılar. Hayvanların yuvalarının bakımı yapıldı, dikenli çalılar budandı, açık alanlara çiçekler ekildi, yıkılan ağaçların yerine yeni ağaçlar dikildi. Yeşil Vadi daha güzel ve yaşanabilir bir ortam olmaya başladıkça dinazorlar seviniyordu. Yeşil Vadi'nin çevresinde sarp kayalar vardı. Bazı akbabalar, bu kayaların üzerindeki taş yığınları arasına yuvalanmışdı. Bu alanda yaşıyan başka hayvanlar da vardı. Bunlar, arada Yeşil Vadi'ye inip, ağaçları kemirir, Yeşil Vadi'nin küçülmesine bilinçsizce katkıda bulunurdular. Akbabalar, kemirilen ağaçların bulunduğu yerlere taş yuvarlar ve bu alanı taş çölü yapardılar. Çevresi taşlarla çevrilen kabukları kemirilmiş ağaçlar, zamanla ölüp gidince, akbabalar bu taş çölüne inip, hemen yuva yapmaya başlardı. Yeşil Vadi de aynı Yedi Tepe Ormanları gibi taş çölüne dönüşmek üzereydi... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bu durumu gören dinazorlar, Yeşil Vadi'de yaşamayan diğer hayvanları buradan kovdular. Bu hayvanlar kayaların üzerindeki yuvalarına kaçışıp, öfkeyle Yeşil Vadi'ye bakarak iç çektiler. Akbabalar, sessizce dinazorların çabasına bakıp, diğer hayvanları Yeşil Vadi'den kovuşlarını görünce: - Bir gün buraları da taş çölü olacak, dinazorlar bizimle baş edemezler... diye için için güldüler. Akbabalar yalnız gülmekle kalmadı, Yeşil Vadi'yi taş çölüne dönüştürmek için kurnazca hazırlanmış kurgularla taş çölü sınırlarını, Yeşil Vadi'ye doğru ilerletmeye çalışdılar... Akbabalar, bazen Yeşil Vadi sınırına yuvarladıkları taşların yanına gidip, sınır taşlarının yerini değiştirmeye, Yeşil Vadi'den toprak çalmaya çalışırdılar. Yeni yuvarlanan taşları üst üste dizerek sınır taşlarını eskiden de varmış gibi göstermeye çabalardılar... Yeşil Vadi'nin adım adım ilerleyen sınır taşlarıyla küçüldüğünü gören dinazorlar, tam taşların yolu üzerine, derin bir hendek kazdılar. Hendeği suyla doldurduktan sonra yakın akrabaları olan timsahları buraya çağırıp, özgürce yaşamlarını sürdürmeyi önerdiler. Timsahlar, hendeğin çamurlu suyunda yaşamaya başlayınca akbabalar, timsahların kendilerini parçalamasından korkup, taş yuvarlamaktan vazgeçtiler. Akbabaların taş çölünü genişletme çabaları engellenince, boyunlarını büküp yeni kurnazlıklar düşünmeye başladılar... Amaçları Yeşil Vadi'ye yeni kayalar yuvarlayıp toprak kazanmak ve yeni taş yığınları arasında yuvalanmakdı... Yedi Tepe Ormanları'nı benzer yöntemlerle yok edip, taş çöllerine yuvalanan akbabaların yaptıklarını, Yeşil Vadi'de uygulayamamak, yamaçlara yuvalanmış akbabaları çok öfkelendiriyordu. Beceriksizliklerine gülen Yedi Tepe Ormanları çevresinde yaşıyan diğer akbabaların davranışlarına da çok içerliyordular... Bir gün, kayalar arasındaki ininden çıkan çakal, boyunlarını büküp Yedi Vadi'ye bakan akbabaların hüzünlü duruşunu görünce dayanamadı ve sordu: - Ne derdiniz var sizin? Niye böyle hüzünlüsünüz? - Şu önümüzde uzanan Yeşil Vadi'ye bakıp iç çekiyoruz. Çakal çok şaşırdı. Daha önce yeşile bakıp da hüzünlenen hayvan görmediğini anımsadı. Gerekçelerini öğrenmek için: - Neden? dediğinde akbabalar üzgün bir tavırla: - Bu vadiyi taş çölüne çeviremedik. Böyle giderse burası hep yeşil kalacak... GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Olsun bazı alanlar yeşil kalabilir. - Akrabalarımız bize gülüyor. Akbabaların yüz karası olduğumuzu düşünüyorlar. Onların arasına girmeye yüzümüz yok... - Taş yuvarlamayı denediniz mi? - Aşağıda timsahlar var. Hendeklere yaklaşmaya kalkınca bizi havada parçalıyorlar... - İşiniz zor anlaşılan. Size nasıl yardımcı olabilirim? - Yalan haber yaysak. Yeşil Vadi'de ağaçlar kesiliyor desek, kıyım yapılıyor desek belki diğer hayvanlar ayaklanıp buraya gelir, dinazorları buradan çıkarırlar. Sonra biz burayı taş çölüne çevirebiliriz. - Haberi nasıl yayacaksınız? - Onu bilemiyoruz iste. Senin tanıdıkların var mı? Bize yardım edermisin? - Ben de Yeşil Vadi'deki dinazorlardan hoşnut değilim. Yeşil Vadi'de avlanmamı engelliyorlar. Baykuş'tan yardım alabilir miyiz bir araştırayım. - Çok iyi olur. Sana bir gün borcumuzu öderiz. - Şöyle boğaza yakın bir yerde bir inim olsa iyi olur diyorum. - Söz sana güzel bir in veririz. O gece çakal kimseye görünmeden baykuşun yanına gitti. Ona akbabaların kendisinden yardım istediklerini söyledi. Baykuş, akbabaların ne yapmak istediklerini bildiğinden, onlara yardım etmek istemedi. Çakal, baykuşun yardımını sağlamak için: - Ama dinazorlar Yeşil Vadi'ye yerleştiler. Ağaçları kesiyorlar, doğayı yok ediyorlar... diye yalanlarını sıralamaya başladı. Önce çakalın söylediklerine kulak asmayan baykuş, ardı arkası kesilmeyen yalanlara sonunda inanmaya başladı. İnandıkça öfkelendi, öfkelendikçe yerinde duramaz oldu. Dayanamayıp: - Bu dinazorlara iyi bir ders vermeli... deyince, çakal baykuşu kandırmış olduğunu düşünüp, mutluluk içinde inine döndü. Baykuş, Yeşil Vadi kıyımını dile getiren bir türkü besteledi. Kargaların hepsini yanına çağırdı. Bu türküyü bir çırpıda kargalara ezberletti. Sonra: - Yarın, gün doğunca Yedi Tepe Ormanlarına gidecek, ağaçtan ağaca konup bu türküyü okuyacaksınız. Diğer hayvanlar da dinazorların neler yaptığını öğrensinler... dedi. Kargalar öğrendikleri türküyü unutmamaya çalışarak uçuştular... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Sabah olunca kargalar daldan dala konarak, dinazorların kıyımını dile getiren türküyü söylediler. Çirkin sesleriyle tüm hayvanlara haykırarak seslendiler: - Kurtarın Yeşil Vadi'yi. Bir çıplak toprak parçasına daha dayanmamız söz konusu olamaz... dediler. Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan tüm hayvanlar kan ağlayıp, çevrelerindeki çıplak topraklara ve taş yığınlarına bakıp üzüntülerini dile getirdiler. Yedi Tepe Ormanlarında bir kıpırdanma başladı... Karga bu, pek akıllı değildir ya! Bir tanesi uçtu gitti Yeşil Vadi'ye. Bir dalın üstüne kondu. Biraz soluklanıp, dinlendikten sonra, o çirkin sesiyle baykuşun türküsünü söylemeye başladı. Karganın çirkin sesini duyan dinazorlar çok şaşırdılar. Biraz dinleyince, türkünün akbabaların kurnaz oyunlarından biri olduğunu hemen anladılar. Trex, dayanamayıp çığlık atarak karganın tünediği ağacın dibine gitti. Ağacın gövdesini elleriyle tutup sallamaya başladı. Karga çok korktu. Neye uğradığını bilemedi. Karga deprem olmuş gibi sallanan ağacın dalından düşmemeye çalışırken, yaprakların arasından uzanan Brantosaurus karganın uçmasını engelliyordu. Karga artık türküyü dile getirmiyor, sonunun yaklaştığını görüp çevresinden yardım almak için çığlık atıyordu. Onun çırpınışını gören Trex seslendi: - Bu türküyü sana kim öğretti? - Baykuş - Hangi baykuş? - Yedi Tepe Ormanlarındaki Özgürlük Parkı'nda yaşayan baykuş. Trex: - O akıllı bir hayvandır. Böyle bir yalanı nasıl türkü yapmış olabilir? Ne gibi bir amacı vardır? diye söylendi. Bu arada Pterezor gürültüyü duyduğu için kanat çırparak Trex'in yanına geldi. Brantosaurus, kargayı hırpalamayı sürdürürken, Pterezor: - Gidip şu baykuşa sorayım mı? Neden bu türküyü bestelemiş? Brantosaurus: - Bu kargayı ne yapacağız? Trex! kargayı yemek ister misin? - Bırakalım gitsin. Bu küçük karga beni doyurmaz. Onun çirkin türküsüne öfkelenen biri nasıl olsa onu parçalar. Sonu benden olmasın. Brantosaurus kargayı hırpalamayı durdurunca, karga, korkuyla kanat çırpıp yanlarından uzaklaştı. O gece Pterezor, baykuşun yanına gitmek üzere Yeşil Vadi'den havalandı. Baykuş tünediği dalda bestelediği türküleri mırıldanırken kocaman Pterezor'un hemen yanına kanat çırparak konmasına pek şaşırdı. Korkuyla irkildi. Pterezor'un konuşmasını bekledi sabırla. Konduğu dala yerleşen Pterezor kanadını kaldırıp: GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Sen! dedi öfkeyle. Sonra devam etti: - O yalan ürküyü kargaların ağzından Yedi Tepe Ormanlarına yayan sen misin? - O türkü gerçekleri dile getiriyor. Yalan değil. diye kendini savunmaya kalkan baykuşa, Pterezor öfkeyle seslendi: - Kimden öğrendin hemen söyle bana? - Yeşil Vadi yamaçlarında yaşayan akbabalar görmüşler. Bana da çakal söyledi. - İnandım mı onların söylediklerine? - Evet - Burada pinekleyip duracağına, uçup gelseydin Yeşil Vadi'ye. Bizim ne yaptığımızı gözlerinle görseydin, bu yalan türküyü bestelemezdin. diye başlayıp, Yeşil Vadi'de neler yaptıklarını anlattı. Hayvanları nasıl koruma altına aldıklarını, ne kadar ağaç diklerini söyledi. Baykuş Pterezor'a inanıp, çakalın kendisini aldatmış olduğunu anlayınca, türküyü yaymış olduğuna çok üzüldü. Pterezor'un anlattıklarını dinledikten sonra: - Bu bir yanılgı. Hemen yeni bir türkü bestelerim. Yarın tüm Yedi Tepe Ormanlarında yeni türkü söylenir. Diğer hayvanları yatıştırmış olurum. - Kargalara öğretme. Artık onlara kimse inanmaz. Hem sesleri de çok çirkin. - Başka kuşlara öğretirim. Sakalara, sığırcık kuşlarına, bülbüllere öğretirim. - Bu olur işte. Pterezor öfkesi yatışınca kanat çırparak baykuşun yanından ayrıldı. Sabah olunca, Yeşil Vadi'deki dinazorlar, derin uykularından kuş cıvıltılarıyla uyandılar. Sesi güzel olan kuşlar bazen bir arada, bazen tek başına uzun uzun dinazorların gerçek öyküsünü dile getiren türküyü söylediler... Tüm Yedi Tepe Ormanları cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle doldu taştı. Arada kargalar da katıldı onlara. Bazıları yeni türküyü çirkin sesleriyle mırıldanırken, bazıları hala eski türküyü söylemeye çalışıyordu. Ama tüm hayvanlar güzel sesli kuşları dinlerken, kargaların cıyaklamasına kulak asmadılar. Bazıları kovaladılar kargaları... Baykuş yaptığının ne denli kötü bir davranış olduğunu anlayınca, bir daha gözüyle görmeden, araştırmadan başkasının söylediklerine inanıp türkü bestelemedi. Kuşların güzel türküsünü, geceleri bülbüller sürdürdü. Sabaha değin susmadan öttüler. Kuşlar bundan böyle, neşeyle daldan dala konarken hep bu türküyü söylediler... Yeni doğanlara ve unutanlara hep aynı türküyle seslenip, dinazorların Yeşil Vadi'de yaptıklarını anlattılar. Yeşil Vadi'nin nasıl taş çölü olmaktan kurtulduğunu dile getirdiler. Dinazorları, Yedi Tepe Ormanlarının kahraman koruyucuları olarak çevreye duyurdular... Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan diğer dinazorlar da Yeşil Vadi'nin güzelliğini görmek için buraya gelir oldular. Burada çoşup, neşeyle dans ettiler... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Akbabalar, dinazorların çalışmalarıyla doğal park biçimine gelen Yeşil Vadi'ye baktılar umutla... Belki bir gün, istekleri gerçekleşir, Yeşil Vadi onların beklediği gibi "Taş çölüne" dönüşür diye düşlediler... Yeşil Vadi yamaçlarında boyunlarını büküp, taşlarda tüneyerek bekleşen akbabalar, yüreklerinde taş çölü özlemiyle dinazorları izleyip durdular... GERİ
ANA SAYFA AVA GİDEN AVLANIR Okumak isteyenlere ve ilgisini çekenlere bir masalım var. Bazı gerçekleri, yeni kuşaklara yansıtmak istiyorum. Yarım yüzyılı geçen yaşamımda gördüklerimi, aile büyüklerimin öykülerini ve ninelerimin soğuk kış gecelerinde soba başında ısınırken, anlattıklarını yazıya dökmek istedim. Çok eskilerden bugüne gelen ve güncelliğini koruyan bir masal oluştu: Vahşi Batının masalı... Binlerce yıl önce, daha insanların birbirlerini anlamak ve düşüncelerine değer vermek yerine, silahlarıyla, sopalarıyla karşıtlarına saldırıp baskı uygulamaya çalıştıkları zamanlarda, geniş topraklar üzerine yayılmış bir ülke varmış. O zamanlar tüm ülkeleri krallar ve imparatorlar yönetirmiş. Bu ülke, krallıklara baş kaldırıp Dünyaya bağımsızlığını duyurmuş. Ülkede, o günler için tuhaf sayılabilecek bir yönetim biçimi kurulmuş. Burada halk, aralarından birini başkan seçer, ülke yönetimini onun denetimine bırakırmış. Başkanı, krallardan ayıran en büyük özellik; Her konuda özgürce karar alma hakkı olmamasıymış. Bazı önemli karar için ülkenin ileri gelenleri bir araya gelip, tartışır ve oylayarak sonuca bağlarmış... Ülkede her şey düzenine uygun yürüyor görünürmüş. Bazı anlarda başkan, yapacak iş bulamadığı için çevresine biriken kişilerle eğlence düzenler, keyif içinde yaşamını sürdürürmüş. Ülkede yaşam durgun olduğu için (ya da Başkana böyle yansıtıldığı için) Başkanın eğlence yaşamına dalması çok doğalmış. Bu eğlencelerde başkanın kadınlara düşkünlüğü söylentisiyle ülke çalkalanırmış. Özellikle ülkenin ileri gelenleri (ülkelerinin çıkarı için toplanıp karar alanlar), başka ülkelerin yönetimlerine karışacakları, ya da ülkelerinde insanlık adına kötü sayılacak davranışlara girecekleri zaman, bu tür söylentilerle kendi ülke halkının akılını bulandırır, yaptıkları hoş görüden uzak çalışmaları gizlemeyi sürdürürmüş... Ülkenin ileri gelenleri, başka ülkelere karışamadıklarında, boş kalıp sıkılmamak için, kendi ülkelerindeki insanları saç kesimine ve rengine göre sınıflara bölüp, bazı sınıfları yok etmeye çalışmayı görev edinmişler. O zamanların yaşam biçimini yansıtan bu davranışlar, kendileri, ya da başkaları için doğal karşılanırmış. Neler yapmamışlar ki? Yönetimde görevli bazı insanlar, geceleri başlarına geçirdikleri külahlarla çevreye dehşet saçmış, evleri yakmış, insanları öldürmüşler. Sonra hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürüp saygın kişiliklerine bürünmüşler... Bazıları dağlarda yaşayan kavimlere saldırıp, ateş suyu ve süs eşyalarıyla onları kandırmaya, topraklarını ellerinden almaya kalkışırmış. Sonra aç ve güçsüz kavimlerin sudan nedenlerle kamplarını basıp, çadırlarını yakmışlar... İLERİ
ANA SAYFA Derileri kara diye topladıkları köleleri uzun yıllar hayvan gibi kullanmışlar, kişiliklerini oluşturmalarına engel olmuşlar, karşı duranlarla savaşmışlar. Zevk için kara derili köleleri öldürmüşler... Irkçılık ve soy kıyımı konusunda ellerinden geleni yaparken, düşünebildikleri her tür insanlık dışı işkenceyi uygularken, başka ülkelerin yönetimlerine kendi düşüncelerine uygun insanları getirmek için uğraşmışlar. Kendi yaptıklarının "Moda" olmasını sağlamak istemişler. İnsanlık dışı davranışlarının başkaları tarafından da onaylanmasına göz yumacak yöneticileri bulup ülkelerin başlarına geçirmişler... O ülkelerin kaderini değiştirecek, ülke içinde binlerin, ya da on binlerin ölümüne neden olacak kıyımlara göz yumarak, kendi düşüncelerini Dünyadaki yaşam biçimiyle özdeşleştirmişler... Her şeyi kendi düşüncelerine uymayanları düzene sokmak için yaptıklarını söyleyerek, yalnız kendilerini ve kendi yandaşlarını avutmuşlar. Bir de doğal olarak eğlenceye meraklı başkanlarını... Sayısız insanı öldürmek ve soylarını kurutmak için silah kullanmışlar. Bunca insanın ölümüne neden olan silahlarını her koşulda iyileştirmişler. Daha hızlı ve vurucu silah yapımı en büyük emelleri olmuş. Araştırmaların, yeniliklerin temeli hep silahlarını geliştirmeyi amaçlamış... Çevrelerinde öldürülecek sınıflar kalmayınca, ya da kalanların öldürülmesinin anlamı olmayınca, silahlarını ne yapacaklarını bilememişler. Başkanlarının da bir çözüm üretecek durumu yokmuş... O eğlencenin mutluluğunu yaşıyormuş... Aralarından biri çıkmış: - Başka ülkelerde karışıklık çıkaralım. Silahlanmalarını sağlayalım. Elimizde kalan silahları onlara satalım. demiş. Toplananlar ,düşüncenin parlaklığını görüp konuşmacıyı ayakta alkışlamışlar. Sonra kolları sıvayıp ülkeleri birbirlerine düşürmüşler. Silah, belki korunmak için gereklidir. Ama silahı elinde tutan, onu kullanırken korkar. Vereceği zarardan korkar. Onu kullanmak istemez. Halbuki satıcı, silahın kullanılmasını ister. Kullanılan silah bozulsun, yerine yenisi alınsın. Biri silahını kullanınca, diğer daha güçlü silahla kendisini savunsun. Daha güçlü silah almak istesin... Silah satıcıları, ülkelerdeki karışıklıklara acımasızlığı aşılamak için ne yapacaklarını düşünürken, bir sözcü: GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Irk ayrımı. Irk ayrımını körükleyelim. Siyah için Beyazı, Beyaz için din ayrıcalığını, dindar için toplumcu düşünceyi kötüleyelim. Kin, insanları acımasız yapar... demiş. Böylece ayrımcılık ülkelerin içine sızmış... Karşıt görüşlerin düşünceleri acımasızlaşınca, silahların tetikleri işlemiş... Ortadoğu'da "Kutsal Topraklar" uğruna yıllarca savaşılmış. Kardeş gibi yaşayan etnik sınıflar birden Avrupalıların gözü önünde birbirlerini biçmişler. Ülkelerindeki düzeni korumak için komşu ülkeler savaştan çıkar ummuşlar. Akdeniz'de yan yana yaşayan insanlar ellerinde silahları ilerideki adadan, ya da kara parçasından gelecek saldırıyı bekleyerek, yıllarca savaşın eşiğinde yaşamışlar. Bazılarında halk yönetime karşı ayaklanmış. Daha nice örnekler oluşmuş... Sonuçta ülkelerin yönetimleri, içten ve dıştan gelecek saldırılara karşı kendilerini korumak için silahlanmışlar. Ordular beslemişler. Kazançlarını silah alımına yönlendirmişler. Satıcılar "Daha iyi silah" satmak istedikçe, gözü dönen yöneticiler de "Daha iyi silah, daha güçlü iktidar" diyerek silahların kölesi olmuşlar... Dünyamız barut kokusuyla, akan kanlarla kirlenirken, silah satıcıları kazançlarını çoğaltıp ellerini ovuşturmuşlar. Zenginlikleri dillere destan olmuş... Başka ülkelerde yaşayanlar da onlar gibi zengin olmak isteyince, onlar gibi silah yapmak, ya da uyuşturucu satmak yolunu seçmişler. Onların da amacı kısa sürede, yükselen ceset tepelerin sırtından para kazanmakmış... Amaçları aynı ama, yöntemleri ayrı olan bu ülkelerin bazılarında baskı yönetimi, silahların gölgesinde gelişiyormuş... Silahların tetiklerine dokunanlar, yüksek bedelli silahları almak isterken fakirleşmişler... Gelirleri azalmış... Zavallı ülkelerin "Uyanıp savaşmaktan vazgeçmelerini engellemek" için Vahşi Batıda yaşayanlar, kirli emellerini gizlemek istemişler. Dış görünüşün hak ve hukuk ilkelerine saygılı olduğunu göstermek için ülkelerindeki yolsuzlukları bulup, Dünyaya sunmuşlar. Yalnız kendi ülkelerinde bu oyunu oynamanın çok da inandırıcı olmayacağını düşünerek, başka ülkelerde de benzeri kurgular yapmışlar... "Dürüst olmak" gibi tuhaf bir görüntü sergiler olmuşlar... Parası azalan ülkelere borç vermişler... O yıllar, çok eskiden yaşanmış yıllar, bugün bizim yaşadığımız Dünyaya benzemiyormuş. O zamanlar insanlar; Kulaktan dolma bilgilerle, saptırılmış görüşlerle yetiniyor, kendilerine anlatılana inanıyormuş... Bu nedenle insanların birbirlerinden bilgi saklaması çok kolaymış. Bilgisiz insanları, yanlış yönlendirmek, onların düşüncelerini karartmak, yaşamlarını sıkıntılara boğmak kolaymış... Kısacası insanları kandırmak için emek harcamak gerekmezmiş... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bir gün eski Dünyanın aydın insanları, vahşi batıdan kaynaklanan ayrımcılığı görebilmişler. "Biz de onlara kendi silahlarıyla saldıralım" diyerek kolları sıvamışlar. Onları birbirine düşürmek için sabırla beklemişler. Bir gün, o ülkedeki yönetim biçimine göre başkanlık seçimi yapılacakken "Tam zamanı" diyerek harekete geçmişler... Başkanlık seçiminde, halkın önüne çıkarılan adaylardan birinin, külahlı saldırganlara benzeyen, insan öldürmeyi zevk edinen geçmişi varmış. Diğeri de bir bayanmış. Aydın insanlar; "Bayandan başkan olmaz. İnsan öldürmeyi seven başkan olunca ülkeyi kana bular" gibi sözlerle Vahşi Batıdaki halkın aklını çelmişler. Halk kimi seçeceğini bilememiş. Kararsız kalmış. Başka ülkelerdekine benzeyen karışık bir ortam oluşmuş. Seçim günü oy farkı çok az olmuş. Ya geçersiz oylar?... Onlar seçim sonucunu etkileyen oylardan daha çokmuş. Halk hala yönetim biçiminin hakça olduğunu düşünüp, mahkemelere hücum etmiş. Ama, sonuç alınamamış. Hatta seçimlerin dürüstlüğüne gölge düşmüş. Eski Dünyanın aydınları gülümseyerek: "Öyle olmaz, bizim gibi silahlanıp, gücünüzü gösterin. Karşıtlarınızı öldürün." diye halka akıl vermişler... O günden sonra vahşi batıda yaşayanlar, başka ülkelere silah satmaz olmuşlar. Eski Dünyanın insanları da silahları olmayınca, savaşmaz olmuşlar. Aralarındaki çekişmelerin tümü son bulmuş. Ya silahlara ne olmuş? Vahşi Batı, silahları kendi içinde kullanmış. Bu silahlarla "Karşıt Görüşlü" toplum katmanları birbirini kırdırmışlar... GERİ
ANA SAYFA CANAVARLAR ÜLKESİ Masal Dünya'sında, sevimli bir ülke varmış. Burada yaşıyan insanların çoğu mutlu ve güler yüzlüymüş. Çoğu zaman birbirleri ile şakalaşır, nükteler üretir, bunlara kahkahalarla gülermişler. Bu neşeli insanların sokaklarda, caddelerde yürümeleri bambaşka bir güzellik sergiliyormuş. Sokaklarda kadınlı, erkekli kümeler halinde uyum içinde yürürmüşler. Erkeklerin etrafa kah caka satarak, kah kaslarını gererek, kah yeni terlemiş kaytan bıyıklarını sıvazlayarak salına, salına yürümeleri görülmeye değermiş. Ya genç kızlar. Onların çıtı pıtı tavırları, sekerek yürümeleri, oyalı mendilleri ve gerdan bükmeleri dillere destanmış. Lokum gibi güzel ve tatlı kızların ünü tüm masal Dünya'sına yayılmış. Sanatçılar onların sevgi dolu bakışlarını çizmişler. Müsizyenler onlar için içli türküler bestelemişler. Su boylarında, sandal gezilerinde onların anısına şiirler söylemişler. Türküler, şarkılar, şiirler yankılanırmış sarp dağların arasında. Hep gezen, yürüyen insanlar için... Yalnız bu insanların çok önemli bir sorunu varmış. Söylenceye göre geçmiş zamanlarda bir büyücü bu insanlara iki kişilik vermiş. Büyücü tüm tılsımını üç büyülü söz üzerine kurmuş. Her kim "at, avrat ya da silah" sözcüklerinden birini kullanırsa tavrı değişiyormuş birden. Bu insanlar duygusal olmalarına karşın, ata bindiklerinde bir başka kişiliğe bürünüyormuşlar. Bu sevecen, neşeli ve güzel insanlar gidiyor, yerine gözleri yuvalarından fırlamış, asık suratlı, dişlerini göstererek çığlıklar ve savaş naraları atan insana benzer saldırgan yaratıklar geliyormuş. Bu sevgi dolu insanlar "avrat" sözcüğünü duyluklarında gözleri dönüyor, ağızları kudurmuş hayvanlar gibi köpükleniyor ve önlerine çıkan kadınlara kim olduklarına bakmaksızın saldırıyormuşlar. Karınca bile incitmeyen, hayvanları sevgi ile besleyen bu insanlar ellerine bir "silah" geçti mi, ulu orta kurşun savuruyor, canlı cansız her şeyi yok ediyormuşlar. Hele "silah", "at" üzerinde ellerine geçerse vay karşısındakilerin hallerine... Bu yaratıkların atlarını mahmuzlayarak, ağızlarından köpükler saçarak, hırçınca dolanmaları ürkütücüymüş. At sırtında çılgınlar gibi, önlerine çıkan her canlıya saldırmak, onlara zarar vermek ya da öldürmekmiş emelleri. Bu işten pek çok keyif alıyormuşlar. Bir de karşılarına çıkan canlıya zarar verebilirseler, sevinç çığlıkları komşu ülkelerden bile duyulurmuş. Kral, halkı bu büyüden kurtarmak için tüm bilginleri bir araya toplamış ve düşüncelerini sormuş. Bilginler : - Bu insanların yürürken bir sorunları yok. Sorun at sırtına bindiklerinde başlıyor. Bir yolunu bulup ata binmelerini önlersek, belki büyü etkili olamaz. diye yorum getirmişler. Kral, bilginlerin düşüncesini uygun bulmuş, halkın ata binmemesi için ne yapabileceklerini araştırmalarını istemiş. İLERİ
ANA SAYFA Bilginler bir süre araştırdıktan sonra, yine Kral'ın karşısına gelmişler : - Birisi bize, komşu ülkelerde bir araç olduğunu söyledi. Bu araç atsız gidiyormuş ve söylentiye göre attan da hızlıymış. demişler. Kral, büyük bir umutla bilginlerini görevlendirmiş. Bilginler seçtikleri elçilere komşu ülkedeki atsız aracı inceleme görevi vermişler. Eğer, elçiler atsız aracın sorunu çözeceğine inanırsalar, atların yerine bu araçların kullanılması için Kral emir bile verecekmiş. Haberciler köy köy dolaşıp bilginlerin görevini halka duyurmuşlar : Ey güzel ülkenin tatlı insanları, bilginlerimiz hepinizin bildiği büyüyü bozmak için Kral tarafından görevlendirildiler. Komşu ülkelerde atsız araçlar varmış. Bu araçları inceleyecekler. Eğer büyüyü bozacağına inanırsalar, bu araçlar ülkemize getirilecek. Halkımız bundan böyle ata binmeyecek. Bu araçları kullanacak. Kral'ımız der ki : "Halkımız mutlu olsun. Artık üzüntülü günler geride kalacak..." Bu haberi duyan herkes pek sevinmiş. Büyü etkin olduğunda canlılara zarar verirken keyifleniyormuşlar, ama sonra çok üzülüyormuşlar. Kolay değil, bir hiç uğruna tanıdık, tanımadık demeden herkesin canına zarar vermek hoşlarına gitmiyormuş. Tarihi görev, günü geldiğinde başlamış. Elçiler, halkın çoşku ve sevgi dolu gösterisi eşliğinde, bir deve kevranı ile komşu ülkeye doğru yolculuğa çıkmışlar. Büyüden uzak kalmak için kervana hiç at almamışlar. Elçiler, derelerden, tepelerden dolana, dolana, deve kervanının hızlıyla aylar sonra komşu ülkeye ulaşmışlar. Bilginler bu ülkeyi gezerken, atsız aracı görmüşler. Biraz inceledikten sonra : - Bu araç tam bizim Kral'ın istediği gibi. At olmadan yürüyebiliyor. Ata binmeyince, insanlar hırçınlık yapamazlar. Hem ata binenler, bu araçtakine zarar veremez. Baksanıza, bu araç attan çok hızlı... diye yorumlarını yapmışlar. Elçiler komşu ülkeden bir örnek aracı alıp ülkelerine götürmek istemişler. Amaçları aracı Kral'a göstermek ve kendi kanılarını Kral'a doğrulatmakmış. Komşu ülke, yeni araçlarını satacak bir pazar bulduğu için elçilerin isteğini uygun bulmuş ve yetkili görevli hemen bir örnek araç hazırlatmış. Örnek aracın nasıl kullanılacağını öğretecek bir sürücüyle araca binen elçiler, kendi ülkelerine dönmüşler. Elçilerin bu hızlı araçla ülkelerine dönmeleri yalnızca birkaç gün sürmüş. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Elçiler yeni araçla Kral'ın önüne geldiklerinde, alanda toplanan halk merakla gösteriyi bekliyormuş. Sürücü aracı çalıştırmış. Kral araca binmiş ve araç hareket etmiş. Atsız aracın yürüdüğünü gören topluluktan bir uğultu kopmuş. Hepsi hayretlerini saklayamamışlar. Gösteriyi izleyenler de inanmış bu aracın atların yerini alacağına. "Artık büyü etkili olamayacak" diye pek sevinmişler. Sürücü, Kral'ın görevlilerine aracı nasıl kullanacağını öğretmeye başlamış. Kral komşu ülkeye haber iletmiş. Yeni araçtan satın alacaklarını bildirmiş. Zaman içinde birer ikişer yeni araçlar gelmeye başlamış. Önce Kral, daha sonra yanındaki görevliler bu araçtan edinmişler. Atlı canavarlar, bu araçları gördüklerinde onlara sadırmaya çalışmışlar ama, araç çok hızlı olduğu için araca yetişememişler. Aracın üzerindekilerin atlı canavardan zarar görmediği tüm ülkede yankı yaparak duyulmuş. Atlı canavarlardan kurtulmak isteyen herkes, bir an önce bu araçtan edinmek için sıraya girmiş. Halkın tüm emeli kendi kendine yürüyen araçtan satın almakmış. Herkes yememiş, içmemiş tüm gelirini biriktirmiş ve bu pahalı aracı almış. Aracı almaya gücü yetmeyenler hala ata biniyor ve atlı canavar olmaya devam ediyormuş. Kral, atlardan tümüyle kurtulmak için ülkenin büyük girişimcilerine destek olmuş. Fabrikalar kurdurmuş. Artık bu güzel ülkede de kendi başına yürüyen araçlar üretilmeye başlanmış. Halk ülkelerinde yapılan araçları daha kolay ve ucuza alma olanağına kavuşmuş. Yıllar hızla akıp gitmiş. Ülkede ata binenler pek kalmamış. Kalanlar da eski etkinliklerini gösterememişler. At olmayınca, büyülü sözcüklerin etkisi azalmış. Artık "avrat" sözcüğünden etkilenenler eskisi kadar çok değilmiş. "Silah" sözcüğü hala ürkütücü oluyormuş ama, büyüden kurtulmak için halkın çoğunluğu silah taşımaz olmuş. Aslında Kral, silah taşıyanı cezalandırmaya başlamış olduğundan, yalnız silahı çok sevenler, eski canavarlıklarını sürdürmek isteyenler, gizliden silah taşımaya devam etmişler. Araçlar çoğalınca önceleri tek tük, sonraları sayıca daha çok tuhaf olaylar olmaya başlamış. Büyüye benzemesin diye bu olaylara "kaza" adını vermişler. Araçlar ya birbirleri ile çarpışıyor, ya da bir ağaca, bir direğe çarpıp parçalanıyormuş. Aracın bir başkası ile çarpışması, eskiden atla yapılan saldırıdan daha kötü sonuç veriyormuş. Artık canlılar eskisi gibi birer, birer zarar görmüyor, topluca canlarından oluyormuşlar. Ülke, bazı günler kan gölüne dönüyormuş. Bazı günler tüm araçlar yollarda kalıyor saatlerce ilerleyemiyormuşlar. Bir araç yolun ortasında durup yük ya da yolcu indirip bindirirken, arkasındakiler onu beklemek zorunda kalıyormuş. Bazen hızla giden bir araç öndekini nasıl geçmesi gerektiğini bilmediği için, arkadan ona çarpıp, hem öndekine hem de kendisine zarar veriyormuş. Sürücüler bazen araçları öyle zorluyorlarmış ki, hıznı alamayan araç, karşı yönden gelen araçla kafa kafaya girip içindeki tüm canlıların ölmesine neden oluyormuş. Halkın görünüşte bu konuda pek suçu yokmuş. Çünkü daha önce yalnızca ata binmiş olan halk, bu araçları ata biner gibi kullanmaya başlamış. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Zamanla, araçların üzerindeki gözleri dönmüş sürücüler, yollarda hızla ilerlerken önlerine çıkan her şeyi ezmeye, kırmaya başlamışlar. Sanki ata binerken diğer canlılara saldırdıklarında yaptıkları gibi davranmışlar. Bilginler hemen bir araya gelmişler. Bu "kazaların" nedenini araştırmışlar. Yoksa "büyü" biçim mi değiştirdi derlerken, komşu ülkeden getirdikleri araçla ilgili, pek önemli bir konuda eksiklik yaptıklarını görmüşler. Komşu ülkeden sürücü getirmişler, onun aracı kullanmayı öğretmesini sağlamışlar. Meğer, araçlar kullanılırken uyulması gereken kuralları komşu ülkeden almayı unutmuşlar. Bilginler komşu ülkeden "trafik" adı verilen kuraları almamışlar. Tüm kazalar kuralsızlıktan ya da kural bilmemekten kaynaklanıyormuş. Bilginler hemen "trafik" kurallarını kendi dillerine çevirmişler ve halka öğretmeye başlamışlar. Ama çok geç kaldıklarını "kazalar" önlenemez boyuta gelince anlamışlar. Getirilen kurallar, eskiden at üzerinde saldırılar düzenleyen bu insanlara pek yaramamış. Halk ata binerken nasıl nara atıp saldırılar düzenliyorsa, araçları da öyle kullandıklarından kurallar etkisiz kalmışlar. Yalnızca bu insanların ünleri değişmiş. Eskiden tüm komşu ülkeler bu güzel ülkenin insanlarına "Barbar" derken, şimdi "Trafik Canavarı" demeye başlamışlar... Öyle ya, masal diyarı da olsa, zevk için canlılara zarar verenlere başka ne ad verilir ki. GERİ
ANA SAYFA DEMOKRASİ BEKÇİSİ Yıllar önce bir ülkenin başkanı, aynaya bakıp, kendinin değişmez olduğunu düşünmüş. Bulunduğu göreve seçimle gelmiş olmasına aldırmadan, koltuğu bırakmamak için çok direnmiş. Süresi dolduğu halde yerinden ayrılmak istememiş. Danışmanlarını çağırıp : "Anayasa değişse de süremi uzatsalar" demiş. Danışmanlar nasıl "Hayır" diyebilirler ki? Onların tüm geliri Başkan'ın iki dudağı arasındaymış. "Sizi istemiyorum" dese aç kalırmışlar. Bunun üzerine kolları sıvayıp söylenti yaymışlar. Söylenti yaymak, onların danışmanlık görevleri arasında olduğundan, bu konuda çok da başarılıymışlar. Bir süre sonra ülkede herkes: "Yerine kimi getirebiliriz ki? Bırakalım görevi sürdürsün." demeye bile başlamış. Halbuki ülke halkı bu Başkan'ın tutarsız davranışlarından, bulunduğu göreve yakışmayan tavırlarından son derece rahatsızmış. Başkan'ın adını kullanmadan onu anlatan fıkra ve öyküler, dilden dile dolaşırmış. Ülke o zamanlar bir tarım ülkesi olduğundan, büyük baş hayvanlardan birinin adını Başkan'a takma ad bile yapmışlar. Evde, kahvede ya da sokakta birbirlerine yeni duydukları fırkayı anlatıp, dağarcıklarını zenginleştirmeyi sürdürürken, birden Başkan'ın görevinin uzatılmasını düşünmeleri akıl alacak bir davranış değilmiş. Aydınlar ve sağduyusu olanlar kendi aralarında: "Bu halk ne zaman tutarlı ve akıllı davranacak" diye söylenir olmuşlar. Herkes bir kurtarıcı aramış. Siyasetçilerin ortaya çıkıp: "Olmaz" demesini sabırla bekleyip durmuşlar. Nedense yer yarılmış, tüm siyasetçiler içine girmiş olmalılar ki, birden ortalıktan yok olmuşlar. Kimseden "Çıt" çıkmamış... Açık alınlı, köylü ağızlı biri ortaya çıkmış. Hem de çok yiğitçe "Olmaz" demiş. Yasaları korumak istemiş. "Nasıl yaparsınız?" diyerek diğer siyasetçileri uyarmış. Onun öncü olduğunu gören siyasetçiler saklandıkları çukurlardan, mağralardan ve kuytu köşelerden çıkıp, öncünün arkasından homurdanarak yürümüşler: "Olmaz ya! Nasıl değiştirirsiniz? Anayasa'yı koruyalım. Demokrasi elden gidiyor..." diyerek Başkan'ın tavrını eleştirmişler. Çok sevdiği koltuğunu bırakan Başkan, başı öne eğik, üzüntüyle görevden ayrılmak zorunda kalmış. Öncü, başarmış olmanın mutluluğunu yaşarken, halk onu uzun süre desteklemiş. Onun öncü davranışını hiç unutmamış. Yaşı ilerleyince ona "Baba" bile demişler... Gel zaman, git zaman "Baba", halkın yüreğinde sevgiyle yaşamını sürdürmüş. Ülkenin önemli siyasetçisi olarak partisine ve halka hizmet vermiş. Bazen seçimleri kazanıp ülke yönetimini üstlenmiş, bazen başkalarının yönetimini denetlemiş. Halka olan güvenini yitirmeden uzun yıllar siyaset konuşmuş. Hem de ne kadar uzun... İLERİ
ANA SAYFA Onu ilk seçenlerin hepsi toprak olup gitmişler. Onların oğulları büyümüş, yaşlı birer insan olup, torunlarının ellerinden tutmuşlar. O hala ülke yönetiminde söz sahibiymiş. Torunlar da büyümüşler. Onu hep "Baba" olarak tanıdıklarından, ondan sevgilerini esirgememişler. İnsan aile büyüklerinden sevgisini esirger mi? Bir gün Başkanlık seçimi yapılacakmış. Tüm siyasetçiler bir araya gelip en uygun aday konusunda birleşmişler. Evet! "Baba" sonunda muradına ermiş ve "Başkan" olmuş... "Başkan" olunca, tüm taraflılığını unutarak, yaşamı boyu sürdürdüğü siyaseti bir kıyıya atıp, gerektiği gibi hizmet sunar görünmüş. Halk da onun Başkanlığını benimsemiş. Tepki göstermemiş... Aslında tarafsız olunca, kimseyi kayırıp görevini kötü amaçla kullanmayınca, tepki göstermemeleri doğalmış. Onun Başkan olmasına ses çıkartmamaları, babaları olduğu kabul etmiş olmalarındanmış. Yoksa... Yoksa ne yapabilirler ki? Yalnızca bol bol öykü ve söylence üretip, tahlihsiz kaderlerine küsebilirmişler... "Baba" tüm sevecenliğiyle halkı kucaklamaya çalışmış. Kendisini demokrasinin bekçisi olarak tanıtmış. Eskiler ve yaşlılarla düşünceli ve bükük boyunlu uzun kulaklı eşekler (pek çok masalda eşeklerin iyi birer düşünür oldukları yazıldığı için onları atlamak istemedim) her zaman unutkan halk gibi düşünmemişler. Baba'nın kendi çıkarı için neler yapabildiğini hiç akıllarından çıkarmamışlar... Ama Başkan'ın karşısına çıkıp, tek söz bile söylememişler. Nasıl söylesinler ki? Yasalar Başkan hakkında ileri geri yazı yazmaya, söz söylemeye "Asla" izin vermiyormuş. Sessizce gülümseyerek unutkan halkı izlemişler... Yıllar durmuyor ilerliyormuş. Masal da olsa, zaman geçip gidiyormuş. Bir gün Başkan kara kara düşünürken, odasına giren Baş Danışman onun dalgın halini görüp: "Hayır ola. Bir sorun mu var?" "Hayır sorun yok. Ama küçük bir şey var. Beni üzüyor." "Sen Başkan'sın. Emret, hemen sorunu yok edelim." "Yapar mısın?" "Elbette." "O zaman... Şey... Benim görev sürem bitiyor. Acaba Anayasa'yı değiştirip görev süremi uzatabilir miyiz?" ... GERİ
ANA SAYFA DÜSLER ÜLKESİ Ali akıllı, büyüklerine saygılı ve sevimli bir çocukmuş. Her açıdan güzelliklerle dolu bu çocuğun, küçük bir kusuru varmış. Ali pek çok çocuk gibi oyun oynamayı çok seviyormuş. Hangi çocuk oyun oynamayı sevmez ki? Ama Ali, oyundan başka hiçbir şey yapmak istemiyormuş. Kendisinden, bir iş istediğinde "Yapmam" demiyormuş ama hiç bir işi yaptığı da görülmemiş. Diyelim babası: - Gidip bakkaldan ekmek alırmısın? dediğinde, hemen giyinip evden çıkıyor, bakkala değin koşarak gidip, ekmeği alıyormuş. Bakkaldan dönerken, çoğu zaman top oynayan çocuklara katılıyor, aldığı ekmeği oyun alanında bir kenarda unutup, eve çok geç ve eli boş dönüyormuş. Bunu yalnız ekmek alırken yapmıyormuş aslında. Hemen her işi, bunun gibi; ya yarım yapıyor, ya da hiç bitiremiyormuş. Her işi böyle olunca, doğal olarak ödevlerini yaparken de aynı davranışı gösteriyormuş. Ödev yaparken oyuna dalıp, unutuveriyormuş dersini. Annesi de, babası da onu bu huyundan vaz geçirmek için çok uğraşmışlar ama başaramamışlar. Ali hep bildiği gibi davranmış. Bir gün hava çok güzel ve güneşli olmasına karşın, annesi Ali'nin sokakta diğer çocuklarla oyun oynamasına izin vermemiş. - Önce ödevini yapacaksın. diye diretmiş. Ali istemediği halde, odasının yolunu tutmuş. Yüzünü asıp, masanın başına oturmuş. Defterini ve kitaplarını açmış isteksizce. Saati de tam karşısına gelecek biçimde yerleştirmiş. Kocaman çalar saatin tik tak sesleri arasında ödevini yapmaya başlamış. Kitabından bir sözcük okumuş, onu defterine yazmadan saate bakmış "İlerliyor mu?" diye. Saatten tik tak sesleri geliyor ama akrep de yelkovan da ilerlemiyor, yerinde sayıyormuş. Sanki Ali'yle alay eder gibi çalışma süresinin uzamasını istiyormuş, hem de gülerek. Ali dayanamayıp söylenmeye başlamış: - Bu ne biçim saat. Oynarken süre hemen doluyor da şimdi hiç ilerlemiyor. Sanki durdu. Tik tak sesleri olmasa, kesin durdu diyeceğim ama görünüşe bakılırsa çalışıyor da. Sakın bozulmuş olmasın? diyip saati avuçlarının içine alıp iki eli ile sallamaya başlamış. Şıngırtıya benzer sesler çıkmış saatten, sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etmiş: "Tik tak, tik tak" diye. Ali yine kitaptan bir sözcük okumuş. Biraz duralamış, "Süre geçsin" diye. Sonra okuduğu sözcüğü defterine yazmak istemiş. Kalemini almış eline. Tam yazmak için defterine bakacağına, gözü karşısında duran saate takılmış birden. Hiç ilerlemiyormuş. Saat olduğu yerde durmadan ses çıkarıyormuş: "Tik tak, Tik tak" diye. Yine dayanamamış. Söylenmeye başlamış: - Ne biçim saat bu böyle? Hiç ilerlemiyor. Tam bu sırada sabırla tik taklarını sürdüren saat, dayanamayıp dile gelmiş: İLERİ
ANA SAYFA - Niye kızıyorsun bana? Ali merakla çevresine bakınmış. Kimseyi göremeyince seslenmiş: - Kim konuşuyor? - Ben konuşuyorum. Şu karşında duran saatim ben. - Sen nasıl konuşuyorsun? - Çok üzdün beni. Baktım çok söyleniyorsun, sonunda dayanamadım konuşmaya karar verdim. - Ne yapayım. Sürekli sana bakıyorum. Zaman hiç ilerlemiyor. Akrep de yelkovan da hep yerinde duruyor. Halbuki oyun oynarken vakit hızla geçip gidiyor. Ders çalışırken öyle mi? Bitmek bilmiyor. Bence oyun oynarken hızlanıyor, ders çalışırken yavaşlıyor olmalısın. - Öyle şey olur mu? Saat hep aynı hızla ilerler. Süre değişmez. Sen oyun oynuyor olsan da, çalışıyor olsan da saat hep aynıdır. - Bana öyle gelmiyor ama. - Bak. Benim görevim zamanı doğru göstermek. Çalışken de oynarken de doğru zamanı göstermek. Bence sen oynarken, oyundan çok hoşlanıyor, zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorsun. Ders çalışırken çok bunalıyor, hemen bitmesini istiyorsun. Bunun için hep saate bakıp, hiç çalışmadığından, zaman ilerlesin istiyorsun ve ilerlemiyor sanıp, bana kızıyorsun. - Sana inanmıyorum. Belki benim çalışmaktan hoşlanmadığın doğrudur ama sen de bana haksızlık yapıp, ben çalışırken yavaşlıyorsun. Ben ne isterdim biliyor musun? - Ne isterdin? - Hep oyun oynayayım, zaman hiç bitmesin. Hiç çalışmayayım. - Gerçekten böyle mi istiyorsun? - Evet. - Sonra ne olacak? Büyüyünce ne yapacaksın? - Büyümek istemiyorum ki. Hep çocuk kalayım ve oyun oynayayım. Ben oyun oynamayı çok seviyorum. - Hep oyun oynarsan bıkmazmısın? - Neden bıkayım ki? Asıl ders çalışmaktan bıkıyorum. Hiç ders olmasa hep oyun olsa diyorum. - Bunu çok mu istiyorsun? - Evet. Hem de gönülden. - Benim doğru zamanı göstermemin dışında bir görevim daha var biliyor muydun? - Hayır nereden bileyim. Hem nedir senin diğer görevin? - Senin gibi hep aynı şeyi yapmak isteyenleri, hem de gönülden isteyenleri buralardan götürmek. Düşler ülkesine götürmek. Seni de götüreyim mi? GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Annem ve babam merak ederler beni. - Onlar bilmezler bile. Orada zaman yok biliyor musun? - Nasıl yani? - Burada anlatamam. Onu düşler ülkesinde görüp anlayabilirsin. Sen düşler ülkesine gitmek istiyor musun? - Ne yapacağım orada? - Yalnız yapmak istediğin şeyi. Ders çalışmak istemiyorsan çalışmayacaksın. - Güzelmiş. Beni götürecek misin oraya? - Gönülden istersen götürürüm seni. Unutma, oraya gidince vazgecip dönemezsin. - Ne yapacağım orada? - Bir oyun seç kendine. Orada oynamak istediğin oyunu seç. Sonrasını düşünme. Ben seni oraya götürürüm. - Top oynamak isterim. - Nasıl oynamak istiyorsun? - Top sektireyim. Olur mu? - Sen istedikten sonra olur. Şimdi gözlerini kapat ve oynamak istediğin oyunu düşün. - Pekiyi. Ali gözlerini yummuş. Bahçede top sektirdiğini düşünerek heyecanla beklemeye başlamış. Önce uğultuya benzer sesler duymuş. Sesler çoğalıp kulaklarını tırmalamış. Daha sonra oturduğu yerden havalanıp, uçmaya başlamış. Çok kormuş. Gözlerini açamamış korkudan. Biraz sonra uğultu yavaş yavaş azalmaya başlamış. Ayakları yere değmiş birden. Sonra saatin sesini duymuş: - Tamam istediğin gerçekleşti. Artık gözlerini açabilirsin. Sen şimdi düşler ülkesindesin. Ali, yavaş yavaş gözlerini açmış. Kendisini geniş bir bahçede top sektirirken bulmuş. Çevresine bakınmış. Birçok insan, hayvan ve bitki varmış. Hep aynı hareketi yapan, ya da öylece duran. Pek anlamamış ne olduğunu. Biraz daha bakınınca karşısındaki duvarda saatini görmüş. Üzerinde ne akrep varmış ne de yelkovan. Saat, Ali'nin kendisine baktığını görünce gülümseyerek: - Evet. Şimdi düşler ülkesindesin. Burada hep istediğini yapacaksın. Biliyor musun? burada zaman yoktur. - Nasıl yani? - Burada hep "Şimdi" yaşanır. Dün hiç olmamıştı. Doğal olarak yarın da olmayacak. - Anlayamadım? - Şöyle diyelim istersen. Burada yalnız istediğin şeyi yaparsın. Hem de hep yapacaksın. - Şimdi top sektiriyorum. Hep mi top sektireceğim? - Evet. Çevrendekilere bak. Onlar da senini gibi. Hep aynı şeyi yapıyorlar. - Yorulup dinlenmek istersem? - Top sektirmeyi durdurman gerekli. Diyelim top sektirmekten vazgeçtin ve bir köşede oturmak istedin. Bunu yapamazsın. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bunun anlamı "Demin top sektiriyordun, şimdi oturuyorsun" demektir. Burada yapamazsın. Unutma burada geçmiş yok. Hep "Şimdi" var. Top sektirmeyi durduramazsın. - Yürümek, koşmak istesem? - Yürümek ve koşmak için hareket edebilirsin ama yol alamazsın. Yol alabilmen için belli bir hızla, bir süre gitmen gerekli. Burada zaman olmadığı için yol alman söz konusu değil. Yürümeye çalışırsın, koşmak istersin, hızın bile olur belki de ama yol alamazsın. - Senin akrep ve yelkovanın niye yok? - Biliyorsun akrep ve yelkovan zamanı gösterir. Burada zaman olmadığı için akrep de yelkovan da gerekmiyor. Aslında saatin olması da gereksiz. Sen hep "Şimdi'yi" yaşıyorsun. Zamanın ne olduğu, saatin kaç olduğu artık önemsiz. Senin oyun oynamak için ayırdığın süre hiç bitmeyecek. Olmayan bir şey bitmez. Zaman zaten yoktu. Nasıl yeniden yok olsun? - Şu tavşan ne yapıyor? - O da seninle aynı anda bir istekte bulundu. Hep havuç kemirmek istedi. Burada hep havuç kemirecek ama havucu hiç bitmeyecek. Karnı da doymayacak. - Pekiyi. Şu ilerideki adam testere ile ne yapıyor? - O da ağaçları kesmek istiyordu. Ağaçları hiç sevmezmiş. Seninle aynı anda bir istekte bulundu. Hep ağaç kesmek istedi. Hep ağacı kesmeye çalışacak ama hiç kesemiyecek. Şu ilerideki çırak da çalışmak istemedi. Yalnız bir çivi çakayım, ustam beni hep çalışıyor sansın istedi. O da hep o çiviyi çakmaya çalışacak ama çivi tahtaya girmeyecek. - Sonsuza değin böyle mi olacak? - Sonsuz için zaman gerekli. Unutma zaman yok burada. Zaman olmayınca sonsuz da olmaz. Burada hep "Şimdi" var. - Annem, babam merak edecekler beni. - Etmezler. Gözlerini kapatmadan önce saatin akrep ve yelkovanını anımsıyorsan eğer, sen hep oradasın. O an senin "Şimdiki" zamanın. Onun için seni merak etmeyecekler. Dersini çalışıyorsun diye bilecekler. - Off! Bu çok sevimsiz. Ben böyle olsun istememiştim. - Ama sen hep oyun oynamak istedin. Zamanın olduğu yerde hep oyun oynayamazsın. Bir an gelir oyun süren biter. Hep oyun oynamak ancak burada olur. Zamanın olmadığı düşler ülkesinde. Hem sen hep oyun oynamak istememiş miydin? - Evet ama, böyle olsun istememiştim. - Ya zamanın olduğu yerde, zamana bağlı işler yaparak yaşarsın, ya da zamanın olmadığı yerde hep aynı şeyi yaparak yaşarsın. - Benim istediğim bu değildi ama. - Bence sen ne istediğini pek bilmiyorsun. Ne yapmak istediğini, ne zaman yapmak istediğini bilmiyorsun. Bazen çalışacak, bazen oyun oynayacaktın. - Burada gece olunca ne yapacağım? - Çok komiksin. Burada gece ve gündüz olmaz ki. Hep şimdi var. Gece ve gündüz olsa, dün ve bugün olurdu. Bu da geçmişten söz etmekle aynı şey. Unutma burada geçmiş yok. Yalnız şimdi var. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Ali top sektirmeye devam etmiş çaresiz. Ağlamak istemiş ama olmamış. Ağlamaya başlıyamamış. Üzülmüş ama bir şey yapamamış. Üzüntüsünü içine atarken birinin omzundan tutup kendisini sallamaya başladığını hissetmiş. Hemen dönmüş. "Kimdir bu beni sallıyan?" diye. Bir de bakmış annesi arkasında Ali'yi sallayıp duruyor. Çok korkmuş. Annesinin de böyle bir dilekte bulunduğunu sanmış birden. Annesinin sesini duymuş: - Ali... Ali... Ali... Uyan artık. "Ne uykusu, ben şimdide yaşıyorum" demiş içinden biraz da üzüntülü. Sonra annesi sıcacık, sevgi dolu dudakları ile onu yanağından öperken kendine gelmiş. Gözlerini aralayıp bakmış. Annesi masaya eğilmiş "Ali uyan yavrum" diyormuş kendisine. Gözleri yarı açık, isteksizce masadaki saate bakmış. Birden gözleri ışıldamış. Saatin üzerinde hem akrep varmış, hem de yelkovan. Sesi de geliyormuş "Tik tak, tik tak" diye. Düşler ülkesinden dönmüş olduğunu anlayıp sevinçle annesinin boynuna atılmış. Onu yanaklarından öperken: - Seni çok seviyorum. Bundan sonra sözünden hiç çıkmayacağım. demiş gözlerinden yaşlar akarken... Yaşamda işimizi yapmak yerine hep başka şeylerle uğraşmayı severiz. İşi nedense hiç yapmak istemeyiz. Ama yaşamak için iş yapmak, geleceğimizi ve geçimimizi kazanmak zorunda olduğumuzu düşünmeyiz. Bu masalı kurarken, "İş yapmak yerine hep sevdiğimiz şeyi yapalım, hem de zaman olmasın" diye düşündüm... GERİ İLERİ
ANA SAYFA GÖLGE Çok eski yıllarda, nasıl olmuşsa, gökyüzü, masal ülkesinde yaşayanlara küsmüş ve onların üzerinden karamsar bulutları hiç eksik etmemiş. Ülke halkı aydınlıkla karanlığı ayırt edebiliyormuşlar ama, güneş ışınlarının doğrudan üzerilerine gelip onları ısıtmadığı için güneşin ne olduğunu bile bilmiyormuşlar. Eski insanlar da artık yaşamadıkları için, güneşi tanıyan kalmamış bu ülkede. Yaşayanlar, güneşin, ayın ve yıldızların adlarını bile bilmiyormuşlar. Güneş hep bulutların arkasında yalnız gündüzle geceyi ayırt etmelerine yarayacak kadar ışık sızdırabiliyormuş. Gökyüzü, kalın bulutlara bürünüp, güneşin gücünü ülke halkından saklamış durmuş. Bir gün gökyüzü, masal ülkesinin insanlarını bağışlamaya karar vermiş. Bu kararını gece uygularsa, "İnsanlar değişimden çok etkilenmezler" diye düşünmüş. O gece gökyüzü, tüm bulutları uzaklaştırmış. Pırıl pırıl, berrak bir gece olmuş. Gökyüzünün tüm derinliği, yıldızların bu derinliğin içinde yayılışları, Ay'ın bembeyaz parlaklığı ülkenin insanlarına güler yüzlülükle görünmüşler birden. Gözyüzüne bakan insanlar gökte yanıp sönen, parıldayan yıldızları, Ay'ın beyazlığını görünce, şaşırıvermişler. Yıldızlar sanki onlara göz kırpıyor "Nasılsınız bakalım?" der gibi alay ediyormuşlar. Yıldızların arada bir görünmesi, sonra kaybolması, başka bir yerden çıkıp "Buradayım bak?" dercesine gökyüzünde gezinmesi, insanlarla saklambaç oynaması pek hoşlarına gitmiş. İnsanlar, yaşamları boyu ilk kez gördükleri yıldızları seyrederken onların, gülümsediklerini bile düşünmüşler. Herkes çevresindekilere haber iletmiş. "Gökyüzünün güzelliğini görsünler" diye. Herkes gözyüzünün bulutlardan soyununca, ne kadar güzel olduğunu görüp ona aşık bile olmuşlar. Bu aşk onları mutlu etmiş. Hep beraber sokaklarda dans etmişler. Birbirlerine sarılıp, dalgın gözlerle gökyüzüne bakmışlar. Ona sevgilerini sunmuşlar içten içe. Çok geç saatlere değin sokaklarda, kırlarda, bayırlarda gökyüzüne bakan insanlar varmış o gece. Hiç kimse gece bitsin istememiş. Kim ister ki? Herkes sabah olunca gökyüzünün yine kara bulutlar giyinip, asık bir yüzle kendilerine bakacağını düşünüp, bu rüyanın sürmesini dilemişler. İstemişler ki: Saatler ilerlemesin, öylece dursun, bu mutlu an hiç bitmesin. İnsanlar hep böyledir. Sevgi ve aşkın güzelliğini tadınca onu kaybetmek istemezler. Hiç bitmesin isterler. Daha iyisinin olabileceğini de pek düşünmezler. Gece mutluluktan sarhoş olmuş gibi sallanarak, düşmemek için birbirlerine sarılarak sabaha değin gözyüzüne, onun güzelliğine, hayran hayran bakmış, durmuşlar. Sabah olmaya yakın gökyüzünün rengi açılmaya başlamış. Yıldızlar artık sayıca azalmışlar. İnsanlar da, "Yıldızların tüm gece koşuşturup yoruldukları için uykuya yattıklarını" sanmışlar. Onlara "İyi uykular" diyerek el sallamışlar... Yataklarına uğurlamışlar onları. Ay için de öyle olmuş. İLERİ
ANA SAYFA Gökyüzü, rengi açılıp, tüm çıplaklığı ortaya çıkarken yavaş yavaş kızarmaya da başlamış. İnsanlar "Herhalde gözyüzü, çıplaklığını göreceğiz diye utanmış olmalı” demişler. Daha önce hep bulutlara bürünmüş olarak gördükleri için bu kızarılıklığın ne olduğunu pek anlamamışlar. Nasıl anlasınlar ki? Daha önce hiç güneş görmemişler ki? Geceden beri gökyüzüne baka kalanlar ve erken uyananlar, gökyüzünün bu olağanüstü güzelliğine - kırmızıya boyanmış güzelliğine hayran - kalmışlar. Hemen çevrelerindeki uyandırıp bu görüntüyü onların da görmesini istemişler. O anda gökyüzü, gecekinden de güzelmiş. İnsanlar gökyüzünün renginin kıpkırmızı oluşunu izlemişler sevgiyle. Gökyüzünün utancı hep aynı kalmamış. Doğal olarak çıplaklığa alışmış olmalı ki, kımızılık açılmış, yerini maviliğe bırakmaya başlamış. Önce koyu sonra giderek açılan maviliğe dönmüş gökyüzü. Tüm derinliği ve güzelliği ile insanların önünde duruyormuş çırılçıplak... Dağların arasından, kırmızılığın odaklığı yerden, kocaman bir alev topu tırmanmaya başlamış. Gülerek, kahkaha atarak tırmanıyormuş gökyüzüne doğru. Önceleri koyu kırmızı olan rengi, giderek açılmış, altın sarısı, hatta bembeyaz olmuş. Bu kocaman topun gökyüzüne yükselirken renginin açılmasıyla, çevreye neşe ve ışık saçması da artmış. Artık insanlar bu kocaman topa bakamaz olmuşlar. Top, gözleri kör edecek biçimde parlak ve insanı terletecek kadar da sıcakmış. Ama o topun yaydığı parlaklıkla yeryüzündeki herşey, çok daha canlı ve çok daha güzel görünüyormuş... İnsanlar şaşkınlıkla çevrelerine bakarken, geceden beri gökyüzündeki alışık olmadıkları gelişmelerin etkisinde kalmışlar. Kah sevgi, kah korku ile sarılmışlar birbirlerine... Biraz sonra gök gürlemesi gibi bir ses duymuşlar. Çevrelerine korku ile bakmişlar. Hatta çığlık atıp saklanmaya çalışanlar, sokaklardan evlerine kaçışanlar bile olmuş. - Korkmayın. Benim adım Güneş. Gökyüzü'nün küskünlüğü bitti artık. Beni yıllardır sizden saklamıştı. Bulutlarla engel olmuştu beni görmenize. Şimdi her durumda bulutları sıyırıp, sıcaklığımı ve ışığı sunacağım size. Siz, siz olun, bir kez daha gökyüzünü sinirlendirmemeye bakın... Güneşin açıklaması pekçok insanın korkusunu yenmesine neden olunca, yüzlerine eskisi gibi neşe ve mutluluk gelmiş birden. Güneşin sıcaklığından ve ışığından yararlanacaklarına da pek sevinmişler. İnsanlar güneşin altında dolaşırken peşlerinden gelen karaltının ne olduğunu anlayamadıklarından bu kez de ondan tedirgin olmuşlar. Bu karaltı hep onları izliyormuş. Sırtlarını güneşe dönseler önlerine, güneşe doğru yürüseler peşlerine düşüyormuş, bir izleyici gibi. Nereye gitseler, ya önlerine düşüyor ya da peşlerinden geliyormuş. Bu karaltı sabahları çok uzun boylu oluyormuş. Öğleye yaklaştıkça boyu kısalıyor, sonra yine uzuyormuş. Ancak bir saçak altına kaçtıklarında, ya da duvar dibine gidip sırtlarını duvara dayadıklarında ondan kurtulabiliyormuşlar. Karaltının ne olduğunu anlayamadıkları için korkuya kapılmışlar. Korku ve telaşla Güneş'e dönüp: GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Nedir bu peşimizden gelen ya da önümüze düşen karaltı? diye sormuşlar. Güneş kahkaha ile yanıt vermiş: - Ona gölge denir. Benim ışınlarımın geçmediği yerlerde oluşur. Sizin peşinizden gelen ya da önünüze geçen karaltı ise sizin gölgenizdir. Bu ülkedeki insanlar nereden bilsinler gölgenin ne olduğunu. Hiç güneş görmeyen, onun ışınlarının gölgeye neden olduğunu bilemez doğal olarak. Sonunda peşlerinden gelen gölgeye de alışmışlar. Onunla yaşamayı öğrenmişler. Hem de korkmadan... Ama yalnız güneşe doğru yürüyen bir adam, pek korkmuş peşinden gelen karaltıyı görünce. O duruyor, karaltı duruyor, o gidiyor, karaltı da onu izliyormuş. Duvar dibinde yürürken, karaltı ayağa kalkıyor, hemen omuz başında sessizce kendisini izliyormuş. Yönü değiştirip, gerisine yürüdüğünde ya da koştuğunda önüne geçiyormuş karaltı. Taşlık, kayalık yerlerde gezinirken, karaltı da kayaların arasına gizlenip kendisini izlemeyi sürdüyormuş. Öyle yapmış, böyle yapmış bir türlü kurtulamamış karaltıdan. Adam karaltı ile uğraşırken diğer insanların Güneş'e sorduğu soruyu, doğal olarak da Güneş'in yanıtını duyamamış. O kendi başına boğuşmuş durmuş kimi zaman peşine, kimi zaman önüne, kimi zaman sağına ya da soluna takılan karaltı ile. Onun kendi gölgesi olduğunu bilmeden... "Bu karaltı benim niye izliyor böyle? Ben kimseye zarar vermedim ki?" diye sorular sormuş kendisine. Düşünceleri takılmış kalmış peşindeki karaltıya. Kurtaramamış kendisini onun etkisinden. Yürürken çok sık bakar olmuş arkasına. "Acaba karaltı peşimde mi?" diye. Onu görünce korkup hızlanırmış. Doğal olarak karaltı da koşarcasına bir hızla, izlermiş onu. Karaltıyı çevresinde göremediği zaman korkusu daha da artarmış. "Bir yerlere gitti. Benimle ilgili söylentiler yayıyordur herhalde" diye kurar, dururmuş. Karanlıkta, çatı altında yürürken peşindeki karaltıyı göremeyince tedirgin oluduğu kadar sevinirmiş de. "Kurtuldum ondan" dermiş kendine. Ama yine Güneş altına çıkınca, karaltıyı yere upuzun uzanmış görünce sinirlenir, "Kurtulamayacağım bundan" diye söylenir dururmuş... Artık insan içine çıkmaya korkar olmuş. Sokaklarda hızla yürüyor, çevresinde kimse yoksa zıplıyor, silkelenmeye çalışıyor, karaltıdan kurtulmaya uğraşıyor ama bir türlü başaramıyormuş... Sonunda kimseyle konuşmaz olmuş. Kendi kendine bile söylenmiyormuş. "Olur a, beni izleyen bu karaltı söylediklerimi duyar, peşimde olmadığı zaman tutar da duyduklarını başkalarına anlatırsa, ben ne yaparım" diyerek ürkmüş karaltıdan. "Ya suçsuz yere suçlanırsam, ya insanlara derdimi anlatamadan cezalandırılır, hapislere düşersem" diye kurmaya başlamış. Artık kendi kurgularından da korktuğu için evden dışarıya bile çıkmaz olmuş. Zorunlu olmadıkça evinden çıkmıyormuş. Çıksa bile, biran önce işini bitirip koşarak evine dönüyormuş. Kısacası peşindeki karaltı onun yaşamına bir karabasan gibi yerleşmiş. Artık ondan kurtulması olanaksızmış... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bir gece, çok bunaldığı bir an, kendisini sokağa atmış. Biraz hava alıp rahatlamak istemiş. Bir ara peşine bakmış "Karaltı var mı?" diye. Bakmış karaltı yok. Çok sevinmiş. Tüm gece boyunca, geriye dönmüş, sağına soluna bakmış karaltıyı görememiş. O zaman kendince bir yorum yapmış: "Karanlıkta dolaşınca karaltı beni izleyemiyor" demiş. Buna çok sevinmiş. Peşindeki karaltıdan kurtuldu ya, varsın çevresi karanlık olsun. "Ne olacak ki?" diye düşünüp, özgürlüğünü kutlamış, ağaçlar arasında dans ederek. Eve gidince tüm pencerelerini sıkıca kapatmış. İçeriye hiç ışık girmemesini sağlayıp, gündüzleri de karanlıkta yaşamaya başlamış. Artık peşinden gelen, kendisini izleyen o karaltı hiç görünmüyormuş. Pek sevinmiş buna. Ne kadar akıllı olduğunu düşünmüş evinde karanlıkta otururken. Arada pencereden dışarıya sokakta yürüyenlere gizlice bakıyor, peşlerinden gelen ve onları izleyen karaltıyı görüp, kıs kıs gülüyormuş. "Ne kadar bilgisiz bu insanlar. Peşlerinden gelen karaltıdan kurtulamamışlar. Kim bilir ne kadar korkuyorlardır. Halbuki bana sorsalar, onlara çözümü söylerim. Onlar da benim gibi mutlu olurdular" diye mırıldanmış. Sonra sinsice bir gülüşle, "Ama onlar sormadan, kendi buluşumu onlara anlatmayacağım. Biraz korku ile yaşasınlar bakalım" demiş... Geceleri açık havaya çıktığında hep karanlık, loş köşelere gidiyor, böylece peşinden gelen karaltıdan kurtulabiliyormuş. Ama sokaklarda duramuyormuş. Gece lambaları altında dolaşınca, peşinden gelen karaltı kendini izlemeye başlıyormuş hemen. Hem de bir tane değil, birkaç tanesi birlikte izliyormuş kendisini. Bu nedenle ağaçların arasında, ormanda dolaşır olmuş. Kendi başına. Kent'ten ve diğer insanlardan uzakta... Diğer insanlar onu hiç göremez olmuşlar. Geceleri de görmüyormuşlar. Nasıl görsünler ki? "Peşinde karaltı olacak" diye tümüyle karanlık yerlere gittiğinden, diğer insanların onu görmesi olanaksızmış. Bir gün bir başka adam, karanlıkta ağaçlar arasında yürürken, dehşetle çevreye bakan iki iri göz görmüş. Gözler telaş içinde çevreyi tarayıp duruyormuş. "Gözler belki bir hayvanın gözleridir ve vahşi bir hayvan olabilir" diye korkmuş. Belli etmemeye çalışarak seslenmiş: - Kim var orada? - Korkma benim. Ben, hep karanlıkta gezerim. - Özür dilerim seni göremedim. Yalnız gözlerin gözüküyor. - Ne yapayım arkadaş. Şu peşimde dolaşan karaltıya alışamadım bir türlü. Peşimde dolaşmasından, beni izlenmesinden hoşlanmıyorum. Karanlıkta peşime takılmıyor. Böylece ondan kurtuluyorum. Adam karşısındakinin kendi gölgesinden korktuğunu anlayınca gülmüş: -Karanlıkta dolaşınca peşinde karaltı olmuyor mu? - Evet olmuyor. - Sen o karaltının adını biliyor musun? - Hayır. GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Pekiyi sen ondan korkuyor musun? - Şey, sanırım evet. - O karaltıya "gölge" denir arkadaş. O senin gölgen. Sen kendi gölgenden korkuyorsun. Seni kimse görebiliyor mu? Biliyor musun? - Hayır, bilmiyorum, ama ben herkesi görebiliyorum. - Sen çevreni görebilirsin belki ama ben seni göremedim. Yalnız gözlerin kalmış. - Görünmüyor olsam ne fark eder ki? Beni izleyen karaltı, yani gölge artık peşimde değil ve ben de rahatım artık. Korkum kalmadı baksana. Adam bir kahkaha koparmış, şöyle yürekten. Sonra: - Korkmazsın doğal olarak. Neden korkacaksın ki? Sen gölge olmuşsun. Gölgen seni yutmuş... demiş ve başını sağa sola sallıyarak, kendi kendine söylenerek oradan uzaklaşmış. Zavallı gölge adam, söylenerek uzaklaşan adamın peşinden baka kalmış... * Karanlıkta yürürken birden karşınıza çevreyi araştıran, korkuyla fıldır fıldır bakınan iki çift iri göz görürseniz, hemen ürkmeyin. Büyük bir olasılıkla onlar, gölgesinden korkan adamın gözleridir. Korkusu onu yutmuştur. Selam verip, geçin gidin yanından... İnsanlar bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak kuruntularla beyinlerini yorup, birçok sorular üreterek, kendi yarattıkları düşlerin tutsağı oluverirler. Ben bu masalı kurarken, dilim döndüğünce, insanın bilmeden kendi gölgesinden korkup, onun tutsağı olabileceğini yansıtmaya çalıştım... GERİ
ANA SAYFA İYİLİK YAP ALTIN OLSUN Adam sabah erken uyanmış. Daha karısı uyuyormuş. "Kalkıp hazırlanayım, işe gitmem gerek" demiş. Yorganı sıyırıp yataktan çıkarken çarşafın üzerinde, yastığa yakın bir yerde, bir altın para görmüş. Bu kocaman parayı eline alıp incelemiş. "Oyuncak para" olabilir diye düşünmüş. Ama elindeki her haliyle gerçek paraya benziyormuş. Karısını uyandırmadan parayı avcuna almış ve yataktan çıkmış. Düşünceli bir biçimde hazırlanmış. Paranın nereden geldiğini ve gerçek olup olmadığını çok merak ediyormuş. Sabah ilk işi şehirdeki kuyumcuya parayı göstermek olmuş. Kuyumcu parayı inceledikten sonra : - Nereden buldun bunu ? - Ormanda yürürken bir ağaçın altında gördüm. Önce sahtedir diye düşündüm. Ama alıp sana göstermek istedim. - Bu para antika. Onu oraya kimse düşürmüş olamaz. Orada bir gömü falan olmalı. - Sanmıyorum. Öyle olsa para toprağa gömülü olurdu. Toprağın üzerinde düşürülmüş gibi duruyordu. Parayı kuyumcuya satmış. Parayı nerede bulduğunu tarif etmiş. Kuyumcu hem aldığı adres için, hem de altın paranın karşılığı olarak yüklüce bir para ödemiş O'na. Adam sevinçle işine gitmiş. Kuyumcu da hemen dükkanı kapatmış ve ormanın yolunu tutmuş. Kuyumcunun sabahın köründe dükkanı kapatıp gitmesine işkillenen komşusu da peşine takılmış. Adam, kuyumcudan aldığı para ile aşkam evine dönerken kendisine ve karısına elbise, ayakkabı gibi hediyeler almış. Eli kolu dolu gelince, kendisini kapıda karşılayan karısı çok sevinmiş. Merak etmesin diye karısına o gün çok para kazandığını söylemiş. Altın paradan hiç söz etmemiş. Mutluluk içinde akşam yemeklerini yemişler. Karısı ona bir de kahve yapıp getirmiş. Çünkü süpriz hediye onu çok mutlu etmiş. Pek sevinmiş. Birlikte biraz televizyon izlemişler. Sonra, mutluluk içinde yataklarına yatmışlar. Kuyumcunun komşusu, onu ormana kadar izlemiş. Kuyumcunun bir ağacın altında hemen toprağı kazdığını görünce komşusu olayı anlamış. Kuyumcuya görünmeden kente geri dönmüş ve adamın gömü bulduğu dedikodusunu yaymış. Tüm kent gömü sötlentisiyle çalkalanıyormuş. Adam, ışığı söndürüp karısına iyi geceler dedikten sonra onun gibi uyumaya çalışmış. Ama gözüne uyku girmemiş. Tüm kent söylentiyle çalkalanırken, o paranın yastığın altına nasıl girdiğini düşünüyormuş. Bir türlü anlayamamış nedenini. Sabaha karşı, yorgunluktan uyuyabilmiş ancak. Uykusunda bir rüya görmüş. Bir melek kendisine paranın nasıl yatağın altına girdiğini anlatıyormuş: İLERİ
ANA SAYFA - İyilik yaptığın için ödüllendirildin. Ama bir kural var. Parayı nasıl bulduğunu herhangi birine söylersen, tılsım bozulur. Bir daha ödül alamazsın. Başın da dertten kurtulmaz. Bu sözler üzerine adam ter içinde rüyasından uyanmış. Hemen elini yastığın altına götürmüş. Orada hiçbir şey yokmuş. Olmaması da çok doğalmış, çünkü gündüz iyilik yapmayı unuttuğunu anımsamış. Yatağın içine oturmuş, düşünmeye başlamış. - Kime yaptımğım iyilik ödüllendiriliyor acaba? diye. Adam aslında hemen herkese iyilik yapmaya çalışır, kimseyi kırmamaya özen gösterirmiş. - Ama biri çok özel olmalı ki beni ödüllendirdiler. demiş kendi kendine. Sabah erkenden uyanmış. Biraz düşünceliymiş, dalıp gidiyormuş kahvaltısını ederken. İşine giderken alkına gelmiş. Her hafta kent dışında yalnız başına yaşıyan yoksul kadına bu hafta uğramadığını anımsamış. "İş dönüşü uğrarım" demiş. İş dönüşü yoksul kadına gitmiş. Yoldaki satıcılardan kadına yiyecek ve meyva almış. Bir de hırka. Soğukta üşümesin diye. Yoksul kadın güler yüzle açmış kapıyı : - Hoş geldin. Meraklandım. Bugün her zamankinden biraz daha geç kaldın. - Alışveriş yaptım. Onun için geciktim. - Ne zahmet ettin. Ben kendi olanaklarımla yaşıyorum. Merak etme sen beni. Benim dosta, konuşacak insana gereksinimim var. Sen bana bunu sağlıyorsun. Bu da benim mutlu olmama yetiyor. demiş. O zaman adam neden ödüllendirildiğini anlamış. Elindeki paketleri bırakıp sevgi ile kucaklamış kadını. Yıllardır onunla konuşur, dertlerini dinler. Çayını içermiş. Başka bir yardımı olmazmış. Kadın hırkayı görünce hıçkırarak ağlamış. Yıllardır bu kadar güzel hediye almamış olduğunu yinelemiş gözleri yaşlı. Adam yoksul kadınla vedalaşıp evine dönerken köşe başında kendisini izleyenleri görmemiş. Başkasını mutlu etmenin verdiği huzurla evinin yolunu tutmuş. Ertesi sabah uyandığında yastığının altında bir altın para daha bulmuş. O zaman anlamış ki bu paralar, yoksul kadına gösterdiği saygı ve sevgiye karşılık ödül olarak veriliyormuş kendisine. Bu parayı harcamamak, saklamak istemiş. Bu kez kuyumcuya yalan söylemek istemiyormuş. Parayı odunlukta bir yere saklamış. Zaman böyle akıp gitmiş. Bir daha altın para bulduğunda odunluktaki gizli yere koyuyormuş. Bulduğu altınları ne karısına ne de başkalarına söylemiş. Bir daha kuyumcuya para bozdurmadığı için yaşamında bir abartı da olmamış. Gömü söylentisi de bir süre sonra unutulmuş. Adam, her hafta yoksul kadını ziyaret etmeye devam etmiş. Karşılık beklemeden. Gönülden isteyerek... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Bir gün evinin kapısı çalınmış. Çok yakın bir akrabası kapıda duruyormuş. Başka bir kentten geliyormuş. Hemen içeri buyur etmişler. Akraba bu kentte çalışmak istediğini söylemiş. İş bulup kendi evine taşınıncaya kadar onlarda kalmak istemiş. Adam ve karısı sevinerek kabul etmişler. "Ne de olsa çok yakın bir akraba, yardım eder çabuk iş buluruz, sonra da kendi evine taşınır." demişler. Günler eskisi gibi mutluluk içinde geçmemeye başlamış. Akraba, çalışmadığı halde sürekli para harcıyormuş. Parası tükenince de karı kocanın geçimleri için kullandıkları paralardan bir kısmını kendisine vermelerini istiyormuş. Onlar da akrabalarını kırmamak için isteğini yerine getiriyormuşlar. Ama geçim sıkıntısı geçmeye başlamışlar. Arkabalarıysa aldığı parayla gönlünü eğlendiriyormuş. Adam işinden sağladığı geliri yetiştiremeyince zorunlu olarak sakladığı altın paralardan bozdurmaya kalkışmış. Yine kuyumcuya para bozdurmak için gidince, kuyumcu : - Bu gömünün yerini bana söylemezsen seni Devlet'e bildiririm. Bu antika paralara Devlet el koyar. diye korkutmuş adamı. Adam, çaresizlik içinde ormanda başka bir bölgeyi tarif etmiş. Paraları orada gömülü olan bir sandıkta bulduğunu söylemiş sıkılarak. Eve gelinceye kadar tüm kente gömü söylentisi yayılmış yine. Akrabaları o sırada bir kahvede oturmuş dedikodu yapıyormuş. Gömü bulunduğunu duyunca kendi payını almak için hemen eve koşmuş. Adama gömüden kendi payını vermesini istemiş. Adam : - Böyle bir gömü falan yok. Eskiden kalma iki üç parça altın para. Birine iyilik yapmıştım o verdi bana. Başka da yok. Hepsini bozdurdum. Sana para vermek için, eve yiyecek almak için. Elimde başka para kalmadı. dediyse de pek inandıramamış akrabasını. Artık karısı da kuşku ile bakıyormuş adama. O da paraları almak, kendisi için harcamak istiyormuş. Akraba ile paylaşmayı hiç düşünmüyormuş. Adam evde huzursuz, sokakta huzursuz, işte huzursuz bir yaşamla karşı karşıya kalmış. Anlatamamış derdini. Söylerse tılsım bozulacak ve başı hiç dertten kurtulmayacakmış. Böylesine sıkıntılı bir durumdayken, kent dışındaki yoksul kadına gitmiş. "Onunla konuşup açılırım" diye düşünmüş. Kadın her zamanki güler yüzle açmış kapıyı. Yine çay vermiş konuğuna ve konuşmaya başlamışlar : - Benim hakkımda bir dedikodu dolaşıyor, sen duydun mu? - Ben kimseyle konuşmam. Yalnız sen gelirsin bana. Kimse beni aramaz. Bilmiyorum dedikoduyu. - Söylentiye göre bir gömü bulmuşum. Kuyumcu yaymış. Herkes para istiyor benden. Evde karım, akrabam. Çevremdeki insanlar. Herkes bir gereksinimini söylüyor, ne kadar parayla çözeceğini anlatıyor. GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Kısacası herkes payını istiyor senden. Az ya da çok. - Evet. Devlet'e söylermişler. Devlet el koyarmış paraya. - Para çok mu? - Hayır. Kimseye yetmez. Ancak yeteri kadar para oluyor. Arkası yok. En azından ben yerini bilmiyorum. Gereksinimim olduğunda bir de bakıyorum bir altın param var. - Bu öyküyü bilirim. - Ne öyküsü? - Sen iyilik yapmışsın. - Evet - Ödülün bu senin. - Nasıl anlatırım diğer insanlara. - Anlatamazsın. - Ne yapacağım peki. - Bir sandık bul ve tavan arasına sakla. - Sonra. - Tavanda bir kapak yap, ipini de perdenin arkasına sakla. Paranın yerini sorduklarında ipi çekmelerini söyle. Kapak açılsın. - Orada para olmadığını görünce ne derler bana? - Birşey demezler, Sen korkma. Öykünün gerisi kendiliğinden gelir. Sonunda kötüler kaybederler. Adam, yoksul kadınla vedalaşıp evin yolunu tutmuş. Karısı evde yokken odanın köşesinden tavanı delmiş. Oraya güzel bir kapak yapmış. Kapağı açacak mandalın ipini de perdenin arkasına gizlemiş. Tavana bakınca ne kapak, ne de mandal görünüyormuş. Sonra tavan arasına küçük bir sandık çıkartmış ve kapağını kapatmış. Karısı ve akrabası eve geldiklerinde adam sıradan ev işleri ile uğraşıyormuş. Bir ara odun kesmek için odunluğa gitmiş. Biraz sonra evden çığlık sesleri duymuş. İşini bırakıp koşarak eve gitmiş. Odaya girdiğinde ne görsün? Akrabası karısını sandalyeye bağlamış, elinde bıçak bağırıyor: - Ya paraların yerini söylersin, ya da karını öldürürüm. Karısı çığlık atarak ağlıyor: - Ne olur söyle kocacığın, beni öldürecek bu deli adam. Kurtar beni onun elinden. diye feryat ediyormuş. Adam sakin bir sesle: - Yorma kendini, paraları vereceğim sana. Karımı bırak, sonra da elinden o bıçağı at. demiş. Gözü dönmüş akraba karısının koluna bir çizik atmış, kanayan kolu göstererek: - Bu daha başlangıç. Hemen paraları ver bana. demiş. Adam: - Para tavan arasında, kapağı açmak için perdenin arkasındaki ipi çek demiş üzülerek. Akraba perdenin arkasındaki ipi çekince tavandaki kapak açılmış. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Birden bir gürültü kopmuş. Çağlayan suyun sesi gibi. Adam kafasını kaldırıp tavana bakınca ne görsün. Tavandaki kapaktan oluk gibi altın para akıyor. Çağlayan su gibi. Akrabası bıçağı fırlatmış eilinden, akan altınların altına geçip gömleğini tutmuş iki eliyle. Akan altınları doldurmak istemiş gömleğine. Elleri bağlı duran karısı da sandalyeden fırlamış. Meğer elleri bağlı falan değilmiş. Oyun yapıyormuşlar adama. O da eteğini açmış akan altın pınarına. Doldurmuşlar kucaklarını altınla. Sevinç çığlıkları, altının yükü ile dizlerinin dermanı kesilinceye kadar sürmüş. Dizlerinin üzerine çökmüşler. Artık sesleri çıkmıyormuş yorgunluktan. Tavandan oluk gibi altın akarken adam karısına ve akrabasına bakıyormuş yaşlı gözlerle... - Seni çok sevdim. Evlendim seninle. Sen de benim en yakın akrabamsın. Kardeşim gibi sevdim seni. Bir altın uğruna bana ne yaptınız. Olsa verirdim size. Bunlar benim değil. Kimin onu da bilmiyorum. diyebilmiş. Odadan çıkarken bir daha bakmamış arkasına. Odanın döşemesi altınla dolunca, iki kafadar, yüzü koyun düşmüşler altınların üzerine. Bu sırada tavanın her yerinden hızla altın akmaya başlamış. Sağanak biçimde yağan altın yağmuru. Yağan altın yağmuru, iki kafadarın üstünü örtmüş. Altın yağmuru, kafadarlar altın gölü içinde hareketsiz kalıncaya kadar sürmüş. Adam evden çıktıktan sonra bir gürültü kopmuş. Toprak yarılmış. Ev de altınlar da yarılan toprağın altına girip yok olmuşlar. Gözlerinden yaş akarak adam evinden hızla uzaklaşmış. Kentte bir daha onu kimse görmemiş. Kent halkı, zaman zaman ormanda gömü aramaya devam etmiş. Ama ağaçlar arasında ıslık çalarak dolaşan rüzgarın sesinden başka hiçbir şey bulamamışlar. O günden sonra gönülden iyilik yapanlar, karşılık beklemeden sevenler, yastıklarının altında altın para bulmuşlar. Altın para bulduğunu söyleyenler türlü felaketlerle boğuşmuşlar, kötülükler yakalarını bırakmamış. Para bulduğunu söylemeyenler parayı kullanamamışlar. Ama yaptıkları iyiliğin ödüllendirildiğini bilerek mutluluk içinde yaşamışlar. Gönülden iyilik yapanlar hiçbir zaman karşılık beklemezler. İyiliği yaptıktan sonra unutur giderler. İyiliğin eninde sonunda ödüllendirileceğini düşünüyorum. Ama, iyilik yapan herhangi bir karşılık beklememeli... GERİ
ANA SAYFA KAVAL ÇİÇEĞİ Çoban Ali, bütün gün dağlarda, bayırlarda koyunlarını otlatır, onlara kaval çalarak vakit geçirirmiş. Çoban Ali doğanın ortasında koyunlarıyla başbaşa olduğu için pek konuşmazmış. Kiminle konuşsun ki? Konuşmaya gereksinim duyduğunda kavalını çıkarır, ona düşüncelerini üflermiş yanık yanık. Bir gün, durgun bir su kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Sırtını çimlerin kenarındaki ağacın gövdesine dayamışken, kavalını çıkarıp üflemeye başlamış. Önce hafiften, sonra uzun uzun çıkıp çevreye yayılmış ezgilerin duygusallığı. Çimler, bu gizemli dizeme uyup uzun boyunlarını sağa sola sallamaya başlamışlar. Rüzgar hafiften esince yardım etmiş onlara. Otlar, çimler, sazlar salınmışlar bir o yana bir bu yana. Papatyalar ve diğer kır çiçekler de katılmışlar onlara. Büyüleyici kavalın sesine uyarak çimler, otlar, sazlar, papatyalar ve diğer çiçekler bir dansdır tutturmuşlar. Bir sağa, bir sola, salınarak, öne ve arkaya yaylanarak. Çoban Ali, önce hafiften üflediği kavalına biraz canlılık katıp, daha derinden, ta yüreğinin derinliklerinden bir nefes vermiş. Daha yanık, daha duygulu. İşte o zaman kavalın ezgisi daha gür çıkmış. Dizem daha bir gizem ve etkileyicilik kazanmış. Yayılmış tüm doğaya dalga dalga. Ezginin dizemi yayıldıkça uzun uzun, rüzgar gücünü arttırmış, otları, sazları, çiçekleri yalayarak. Bitkiler boyunlarını bükerken rüzgarın okşayışıyla bir o yana, bir bu yana. Rüzgar da keyiflenmiş bu salınmadan. Coştukça coşmuş Çoban Ali'nin büyüleyici ezgisiyle. Sanki Çoban Ali çalıyor, doğa da geçmiş karşısına dans ediyormuş. Kavalın sesi küçük su birikintisinden de duyulmuş. Önceleri yumuşak uzun dizemler olarak; sonraları coşan, çağlayan duygular olarak. Sudaki yuvasına gizlenmiş uyuklayan küçük bir balık, birden dikkat kesilmiş bu hoş ezgiye. Önce dinlemiş gözlerini yumarak. Sonra coştukça kavalın sesi, duramamış yerinde, dolanmış suyun içinde bir o yana bir bu yana. Kuyruğunu sallamış ezginin dizemi ile. Kuyruğu açıldıkça tül tül suyun içinde, bedenini kıvırdıkça suda ilerlemek, dönmek, dans etmek için, kavalın sesine hayran kalmış. "Kimdir bu kadar güzel çalan acaba?" diye zıplamış suyun içinden. Kıyıdaki ağaca, sırtını dayamış Çoban Ali'yi görünce, uzaktan kıyıya doğru yaklaşmış süzülerek. Çoban Ali, kavalına düşüncelerini üflerken, farkına bile varmamış kıyıda çırpınan, zıplayan güzel balığın. Bir an, suya birşey düşmüş gibi ses çıkınca, kavalını üflemeyi durdurup bakmış kıyıya doğru. Olur a, kendi kuzularından biri, su içmek isterken ayağı kayıp yuvarlanmıştır belki suya. İlk bakışta korktuğu gibi bir olay olmadığını görünce merakla su kenarına doğru emeklemiş. İşte bu anda, sudan fırlayıp havada çırpınan güzel kırmızı balığı görmüş. Küçük balıkmış sesi çıkaran, suya düşerken "cup" diye. Kaval susunca bir an için, rüzgar çiçekleri, otları, sazları okşamayı durdurmuş. İLERİ
ANA SAYFA Ezginin dizemiyle dans eden çiçekler, otlar, sazlar durmuşlar birden. Sessizce beklemişler, "Ne olacak?" diye. Çoban Ali, elleri üzerinde suya doğru eğilince, içinde bir oyana, bir bu yana çırpınan, kıvrak hareketle dolanan, kırmızı balığı görmüş. Kuyruğunu yayarak tül tül, kıvrılırken suyun içinde, tüm güzelliğini sergilemeye çalışıyormuş küçük balık. Çoban Ali bakmış ki küçük balık sevgi ile çırpınıyor suyun içinde, hemen bağdaş kurup kıyıya, kavalını çalmaya başlamış. Her zamanki gibi önce incecikten yavaş yavaş, sonra coşarak, yüreğindeki sevgiyi yansıtarak üflemiş. Kavalın sesi coştukça, çimler, otlar, çiçekler ve sazlar da başlamışlar salınmaya. Ezginin dizemine, gizemine ve coşkusuna uygun olarak, önce ağır ağır, sonra hızlanarak, dalga dalga. Bir yanda suyun içindeki balığın kıvraklığı, bir yanda bitkilerin salınımı, bir yanda Çoban Ali'nin kavalından çıkan ezginin büyüleyici duygusallığı, yayılmış doğaya perde perde... Kuşlar gelmişler cıvıldaşarak ağacın dallarına. Kuzular melemişler arada ezginin dizemine uyarak. Tüm doğa ezginin duygusallığını yaşayarak çalkalanmış kıvrıla kıvrıla... Çoban Ali bakmış ki doğa dans ediyor kavalını çalarken; O da kendini kaptırmış bu dansa ve daha canlı, daha içten üflemiş kavalını... Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Çoban Ali ve sürüsü gelirken su kenarına, koyunların çıngırakları ile kuzuların meleyişleri duyulunca uzaktan, çimler, otlar, çiçekler, sazlar kucaklaşırmışlar sevinçten. Kuşlar doluşurmuş ağacın dallarına. Doğa hazırlanınca büyük şölene, suyun kenarına bağdaş kurup kavalını çıkarırmış Çoban Ali. Daha ilk ezgi süzülürken kavalın deliklerinden suda bir kıpırdanma başlar, küçük kırmızı balık fırlayarak suyun içinden, "Ben de hazırım" dermiş. Çoban Ali çalmaya başlayınca kavalını; gözlerini kapar, içinin güzelliğini üflermiş derinden... Bir gün bakmış ki küçük balık kırmızı yüzünü sudan çıkarmış, kara gözleri ile öylece hareketsiz bakıyor. Dayanamamış onun bakışlarına. Çoban Ali belki de aylardır ilk kez dudaklarını kıpırdatıp: - Çok mu seviyorsun? - Evet aşığım. - Ümitsiz bir aşk o zaman seninki. - Olsun ama çok güzel. - Nasıl anlıyorsun geldiğimi? - Çimler hışırdıyor, çiçekler fısıldaşıyor, kuşlar cıvıldıyor, bir hareket geliyor doğaya. Toprak ve su bile etkileniyor. Ben de yuvamdan çıkıp yanına kadar geliyorum ezginin eşliğinde, dans ederek. GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Çok güzel yüzüyorsun. - Fark ettin demek. - Hele kuyruğunu açınca, gelin duvağı gibi oluyor. - Kuyruğum çok güzeldir. - Aslında her şey çok güzel. Kara gözlü kıvırcık tüylü kuzular, ağaçlarda kıpırdayan küçük kuşlar, salınan, dalgalanan çimler, çiçekler, fısıldaşan sazlar, çimenlerin arasında serpişmiş beyaz papatyalar, şu içinde yüzdüğün duru su, karşıdaki dağlar, ıssız tepeler... Hepsi çok güzel. - Doğa katıksız olunca çok güzeldir. - Görmek isteyene. - Evet. - Ben de bu güzelliğin içinde çalıyorum kavalımı. - En güzel sevgiyi yansıtarak. - Gözlerimi yumup içimden geldiği gibi. - Yalnız içinden geldiği gibi değil bence. Ben o ezgilerde duygularını, sevecenliğini de duyuyorum. Sanırım diğerleri de benim gibi. - Çok mu seviyorsunuz benim ezgilerimi? - Evet. "İşte doğanın aşkı" diyoruz sen gelirken. - Herkes, herşey aşık mı sence? - Evet. - Ben de aşığım. Doğaya. Onun katıksız güzelliğine... Çoban Ali, kavalı yine dudaklarına götürüp yavaştan üflemeye başlamış. O güzelliği anlatmak istercesine, nefesini öyle kullanmış, öyle güzel ezgiler çıkmış ki kavaldan, tüm doğa büyülenmiş, karşısına geçip dans edip oynamışlar hep birlikte. Küçük balık kah başını suyun yüzünde tutarak, kah sağa sola kıvrılıp, kuyruğunu sallayarak, eşlik etmiş ezginin dizemiyle dans eden doğaya. Onun çırpınırken ürettiği kıpırtılar, yavaş yavaş sevgisini ve aşkını yaymışlar suyun üstüne. Halka halka, dalga dalga... Çoban Ali her gün, koyunları otlamaları için yayınca, suya eğilir, balıkla konuşur dururmuş. Bu konuşmalar çok uzun sürdüğü için eskisi kadar çok çıkmaz olmuş kavalın sesi. Ne yapsın Çoban Ali, hem konuşup hem de kaval çalamaz ki. Sabırla kavaldan çıkacak ezgiyi bekleyen doğa, kaval sesinin gecikmasine tepki gösteriyormuş. Rüzgar hızla eserken, ağacın yaprakları arasında soğuk ıslık çalıyor, çiçekler ve çimler yerlere kadar eğilip onun hırçınlığından kaçıyormuş. Çoban Ali aldırmadan çevrenin tepkisine, sevgisini konuşurmuş küçük balıkla. Mutluluk içinde... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Küçük balık sevildiğini gördükçe daha neşeli, daha kıvrak çırpınırmış suyun içinde. Balık yorulunca konuşmaktan, Çoban Ali'den kavalını çalmasını istermiş. O zaman Çoban Ali, suyun kenarına bağdaş kurup üflermiş kavalını. Sevgi konuşmaları ile mutluluğu yaşamış olan Çoban Ali, çalınca kavalını, tüm doğa, yine dans ederek katılırmış ezgiye. Eskisinden daha canlı, daha içten. Buralara hiç kış gelmiyor, doğa hep yeşil ve neşe dolu yaşıyormuş tüm coşkusuyla... Bir gün, koyunları ile su başına doğru ilerlerken Çoban Ali, karşı yönden patikadan, kendine doğru gelen bir adam görüvermiş. Keskin gözleri, adamın niçin buralarda olduğunu hemen anlamış. Daha uzaktan omuzunda asılı duran oltası ile bu adamın bir balıkçı olduğunu görmüş. Balıkçı, sabahın erken saatlerinde buralara gelmiş, balık avlamak için. Çoban Ali'den de erken...Balıkçı omzuna dayadığı oltası ile ıslık çalarak, sallana sallana gelirken kendine doğru, ürkerek bakmış Çoban Ali. Balıkçı yanından geçerken yüreği hoplamış birden. Göz ucuyla korkarak baktığında, oltanın ucunda sesizce süzülüp duran, kendisinin çok iyi tanıdığı, sevgisini paylaştığı küçük kırmızı balığı görmüş. Küçük balık, yakalandığı otlanın ucunda, açık ağzından asılmış, çırpınmadan, sesizce uzanıyormuş. Hareketsiz tül gibi uzayıp giden kuyruğu, kocaman açılmış, bağıramayan, çığlık atamayan ağzı, donuk gözleri ile ölümün, bitmiş bir yaşamın sessizliğini yayıyormuş çevreye. Ama balıkçı mutlu, yakaladığı avın keyfi ile dudaklarını büzmüş, gönlünce ıslık çalıp duruyormuş. Çoban Ali'nin gözleri doluvermiş birden. Yanaklarından aşağıya süzülüvermiş yüreğinin acısı, sicim gibi... Gözleri buğulu, hızlı adımlarla, koşarcasına yürümüş suyun başına doğru, bir umutla. Ola ki, balıkçı bir başka balığı tutsun. Kendi sevgi dolu balığı yaşıyor olsun. Suyun kıyısına gelince, hemen çömelip suya doğru, gözleri ile küçük balığını aranmış... Rüzgar hafiften esiyor, çimler, çiçekler, ağaçlardaki yapraklar bile kıpırdamadan sessizce bekleşiyormuşlar. Kuşlar gelmeye başlamış sessizce. Fazla gürültü, patırtı yapmadan. Küçük kanat çırpıntısı ile dallara konup bekleşmişler. Çoban Ali, ağlamaklı bir sesle, suya doğru seslenmiş, sevgisini dile getirmiş, "Belki küçük balık duyar da çıkar" diye. Oltanın ucundaki bir başka balık olsun, kendi küçük balığı sudan çıksın, "Korkma ben buradayım" desin diye, beklemiş. Gözlerinden yaşlar akarken, suyun yüzeyi öylece durgun ve sesiz kalmış. Ne bir kıpırdanma, ne bir dalgalanma... Çoban Ali kavalına sarılmış hemen. "Belki, duymadı geldiğimi" diyerek en yanık, en içten ezgiyi üflemeye başlamış ağır, ağır. Yalnızca doğa, rüzgarın da etkisiyle sızlanmış yavaşça. Yanık kaval sesi, dalga dalga yayılırken doğaya, çimlerin, çiçeklerin arasından dolana dolana dolaşırken dağları bayırları, küçük balığı, onun sevgisini fısıldamış ağlayarak. Doğa da sızıyla dinlemiş kavalın acı dolu ezgisini... GERİ İLERİ
ANA SAYFA Çoban Ali unutuvermiş koyunlarını. Aşkam olunca koyunlar, hüzünlü çobanı dağda bırakıp kendiliklerinden dönmüşler köye, ses çıkartmadan. Çoban Ali, su başında öylece kalmış. Dizleri üzerinde, ağzında kavalı, susmadan üflemiş yüreğinin tüm acısını. Onun ezgileri yankılanmış gecenin karanlığında... Yıllar sonra buralara gelen insanlar, sessiz doğanın güzelliğini görüp, su başındaki ağaca sırtlarını dayayarak oturduklarında, gözlerini kapayınca ağacın yapraklarının birbirine sürterken çıkarttığı sesi, bir ezgiye benzetmişler. Çimler, çiçekler, suyun kenarındaki sazlar bu sese ayak uydurup salınarak dans edermişler. Kuşlar da bir başka öter, yanık yanık ezgilerle Çoban Ali'nin sevgisini yansıtırmış durmadan. Su kenarında, daha önce hiç görmedikleri bir kırmızı çiçek salınırmış bir o yana, bir bu yana... Bu çiçek, insanlara çok değişik gelirmiş. Kimse onun gibi bir çiçek görmemiş o güne kadar. Yapraklarının uçlarında püsküller varmış. Tül tül uzanan, rüzgarla dalgalanan kıvrılan püsküller. Çiçek, uzun ince bir boruyu andırıyormuş. Üzerinde siyah noktalar varmış dizi dizi. Çiçeğe şöyle bir dikkatle bakınca kavala benziyormuş. Rüzgar estikçe çiçek kıvrılıyor, sallanıyor, çevreye bir ezgi yayılıyormuş kaval sesini andıran. İnsanlar bu çiçeğe "Kaval Çiçeği" demişler. Kaval çiçeği, yalnız bu su başında bulunurmuş. Nereye götürseler, nerede yetiştirmeye çalışsalar olmamış. Yalnız bu su başında, kendi kendine yetişmiş, büyümüş. Kışın yaprakları dökülür, çiçeği kurur, bir çalı gibi dururmuş suyun kenarında. Bahar gelince, doğa uyanırken, o da uzun kış uykusundan silkinir, renklenip çiçek açar, bol yeşil püsküllü yapraklarıyla Çoban Ali'nin ezgilerini çalarmış, doğa dans etsin, baharı kutlasın diye... Bir duygu düşünün; Çok kutsal olsun. Ona saygınız ve sevginiz sonsuz olsun. Birden karşınıza çıkan bir olanak, size herşeyi unutturabilir. Onun peşinde gidiverirsiniz. Bu tuzağa yakalanırsınız. Ne kaybersiniz? Çok. Belki de herşeyinizi... Balıklar öğrendiklerini en çok 14 saniye saklayabilirmiş. Sonra her şeyi unuturmuşlar. Bazen biz de öyle yapmıyor muyuz? Herşeyi unutup bir şeyin peşine takılıp gitmiyor muyuz? Bu durumda bıraktıklarımız nelerdir? Sonunda elimizde kalan çoğunlukla, o kutsal duygunun izleridir. Bu anılar sonsuza değin sürüp gider. O duygu kaybolmaz. Biz ise yok olup gitmişizdir. Acaba hep böyle mi olmalı? Bizler yanılgının bedelini hep yaşamla mı ödemeliyiz? Bana kalırsa en az bir kez daha şans tanınmalı. Ama, ee yazık ki, gerçek böyle değil işte... GERİ
ANA SAYFA KEDİLER - Hey baksana bana! Ben güzel miyim? - Niye sordun? - Merak ediiyorum. Çirkin mi yoksa güzel miyim? - Güzelliğin yorumu bakana göre değişir. Ben seni güzel bulabilirim ama bir başkası seni itici ve sevimsiz bulabilir. - Nasıl olur bu? - Nasıl baktığına, seni nasıl yorumladığına göre değişir. Sende beklediğini bulabilirse sana yakın olur. Yoksa senden bucak bucak kaçar, istemez seni. Bu sözleri söyledikten sonra, kendinden emin bir tavırla gözlerini yumdu, başını ön ayaklarının arasına sokup, kaldığı yerden uykusunu sürdürdü. Karşısındaki yerinde duramıyordu. Küçücük pencesini uzatıp yavaşça ona dokundu. Birden gözlerini açtı. İrkilmişti. Hemen ayaklarının üzerine doğruldu. Tüyleri kabarmış, sırtı kamburlaşmıştı. Dişlerini göstererek: - Neden bana dokundun? - Daha soruların bitmemişti. Sen yumdum gözlerini hemen uyudun. - Hayır uyumuyordum. Seni öyle de dinleyebilirdim. - Beni umursamıyorsun gibi geldi bana. Lütfen bana kızma. Bak ben çok yeniyim. - Onu görüyorum çok küçüksün. - Bana yardım edemez misin? - Sorduklarını yanıtlamadım mı? - Daha soracaklarım var ama? - Sor o zaman. - Ben güzel miyim? - Onu daha önce sordun ya. - Olsun. Yanıtını pek anlayamadım. - Neresini anlamadın? - "Bakana göre değişir" dedin. - Evet. - Biri beni güzel buluyorsa, herkesin beni güzel bulmasını nasıl sağlarım? - Herkesin onun gibi bakmasını sağlayarak. - Örneğin şu uzun kulaklı, iri dişli, havlayan hayvanın güzel bakmasını nasıl sağlarım? - O sana hiç bir zaman güzel bakmaz. O sana hep saldırır. O bir köpek. Köpekler kedileri sevmez. - Biz kedi miyiz? - Evet, bize benziyen hayvanlara insanlar "Kedi" derler. - Köpekler bizi niye sevmez? - Onların davranışları bizimkinden ayrıdır. Biz de onları sevmeyiz. - Bana saldıranı sevmemi bekleyemezsin. İLERİ
ANA SAYFA - O da bizden hoşnut olmadığı için saldırıyor unutma. - Bizim sevmeyip saldırdığımız hayvanlar var mı? - Var elbette. Fareleri hiç sevmeyiz. Yakalarsak öldürürüz onları. - Köpekler bizi yakalarsa öldürür mü? - Hayır onlar bizi çevrelerinden uzaklaştırırlar. Henüz bizi yakalamayı istemediler. - O zaman, hem fareler, hem de köpekler beni güzel bulmayacaklar. - Fareler için canavar sayılırız. Köpekler için sevimsiz. - Onun için bakana göre güzellik değişiyor. - Şimdi anladın. Başka sorun yoksa ben uyuyacağım. - Şimdilik yok. Başka soru sormasını beklemeden büyük kedi, koltuğun kenarındaki yerine çekildi ve uyuklamaya başladı. Küçük kedicik, önce çevresine bakındı sonra küçük adımlarla sessizce oradan uzaklaştı. Küçücüktü daha. Misafir olarak geldiği evi tanımaya çalışıyordu. Gördüğü her şeye dikkatle yaklaşıyor, önce ayağıyla yokluyor, sonra ona sarılıp oynamaya başlıyordu. Küçük olduğu için bazen devrilip yuvarlandığı oluyordu. Şaşkınlığı geçince kendini toplayıp aynı oyunu sürdürüyordu. Çok sevimli, yaramaz bir kedi yavrusuydu. Evin içinde bir aralık görmesin: Merakla kafasını uzatıp içeriye bakıyor, sonra giriveriyordu; kapı aralığından bir başka odaya, bir çiçek vazosuna, masanın üzerindeki meyva tabağının içine... Takla atarak yuvarlandığı, atlarken uzaklığı kestiremediği için yere düştüğü çok oluyordu. Böyle durumlarda hiç ses çıkartmadan çevresine bakınır, bir yolunu bulup yeniden deneme yapmaya çalışır, sonunda başarısızlığını yenerdi. Ona bakanlar, bir koltuktan diğerine atlamak için kaç kez yere düştüğünü izleyebilir, kendi başına öğrenmeye çalıştığını, beceri kazanmak için nasıl uğraştığını görebilirdiler. Onu izleyenlerin yüzünde bir gülümseme, yüreklerinde bir kıpırdanma olurdu. Onu sevgiyle kucaklamak isterdiler. Ama o küçücük yavrucuk çevresindeki ilgiden habersiz, kendi başına debelenerek yaşamı öğrenmeye çalışmaktadır. Belki de çevresindekilerin neden kendine bakıp da güldüklerini hiç anlamadığı için seslere kulak asmamakta, seslerin geldiği yöne "Ne var?" der gibi bir bakış atıp oyununa dönmekteydi. Onun çevresini umursamazlığı, ürkmeden oyununu oynamayı sürdürmesi, görülmeye değer bir tabloya benziyordu... Küçük kedi, bir gün yine kendi başına halının kenarındaki saçaklarla oynarken, onları ayağıyla iteleyip, üzerinden atlamaya uğraşırken köşeden, komidinin arkasından, gelen tıkırtıyı duyunca kulaklarını dikti ve oyununu kesti. O yöne doğru ilerlemeye başladı. Adımını atmadan bir ayağını havaya kaldırıyor biraz bekletip sessizce yere koyunca diğerini aynı biçimde kaldırarak, tıkırtının geldiği yöne ilerliyordu. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Komidinin yanına gelince altına doğru eğildi. Köşede duvar dibinde duran bir hayvan gördü. Ön ayağını uzatıp hayvana dokundu. Köşeye sinmiş, kocaman gözlerle titreyerek kediye bakan hayvan o an korkudan ölebilirdi. Kedinin pençe darbesiyle yerinden oynamıştı. Küçük kedi ne olduğıunu anlamaya çalışırken, hayvan bir çığlık attı: - Ay! - Ne oldu? Neden titriyorsun? Küçük fare sonunun geldiğini düşünerek titrek bir sesle: - Şey çok korktum. diyebildi. Temkinli olmaya çalışıyordu. Küçük kedi merakla: - Neden korktun? - Birden sessizce üzerine geldin. Boş bulundum. Korktum işte. - Buradan bir tıkırtı geliyordu. Merak ettim. Seni görünce dokundum. Yaşıyor mu? diye baktım. - Sence yaşıyor muyum? Fare bu soruyu kediye sormamış, belki de kendine sormuştu. Artık yaşadığına bile inancı kalmamış gibiydi. - Evet. Hareket ediyormuşsun. Hem de konuşuyorsun. Bence yaşıyorsun. Fare bir an duraladı. Karşısında duran kedi küçücüktü. Çok küçük bir yavru. Daha onu eğiten olmamıştı. Yoksa kendisine öyle meraklı gözlerle bakmaz, bir hamlede işini bitirebilirdi. Belki de daha önce hiç fare görmemiş olabilirdi. Fare'nin adını duymamış da olabilirdi. Biraz korku; biraz da çekince içinde kediye sordu: - Sen yeni mi geldin? - Bu eve mi? - Evet - İki hafta oldu. Kimse bana yakınlık göstermedi. Ben de kendi kendime oynuyorum. - Canın sıkılmasın diye mi? - Hayır oyun oynamayı çok seviyorum. Hem oynarken öğreniyorum. - Ne öğreniyorsun? - Nasıl atlanır? Nasıl yakalanır gibi şeyler. - Öğrendiklerin güzel mi? - Bilmem oyalanıyorum işte. Güzel mi diye sorunca merak ettim. Ben güzel miyim? GERİ İLERİ
ANA SAYFA - Hiç o gözle bakmadım. - Anladım beni korkunç mu buluyorsun? - Biraz - Senin adın ne? senin gibi hayvanlara ne derler? Fare, o zaman bu kedinin hiç fare görmemiş olduğunu anladı. İçi rahatladı. Birden kediyi oyalayarak ölümden kurtulabileceğini düşündü. Kedinin ilgisini çekecek bir biçimde konuşmalıydı. - Ben de senin gibi çok küçüğüm. Bana benzeyen birini daha önce görmedim. Adım var mı bilmiyorum. Hiç bana adımla seslenen olmadı. Senin adın var mı? - Ben de bilmiyorum. Bana da adımla seslenen olmadı. Ama ben öğrendim. Benim gibilere "Kedi" diyorlar. Köpekler bizi sevmezmiş. Fareler de bizden korkarmış. Sen benden korkuyorsun. Yoksa sen fare misin? Fare, kedinin sorusunu açıkla yanıtlayamadı. Biraz sıkılarak: - Sen çok büyüksün. Birden karşıma çıktın. "Bana zarar verirsin" diye korktum. - Niye zarar vereyim? Sen bana saldırmayınca ben de sana dokunmam. - O belli olmaz. Sen büyüksün. Birden öfkelenip bana zarar verirsin. - Söz sana zarar vermeyeceğim. Beraber oynayalım mı? - Ne oyanayacağız? - Sen kaçarsın ben seni yakalamaya çalışırım. Bir şey yuvarlanırken, ya da kaçarken tutmak çok hoşuma gidiyor. "İçgüdüsel olmalı" diye düşündü küçük fare. Böyle bir oyuna girmeyi hiç istemediğini belli ederek: - Şey, ben öyle ortalıkta dolaşamam. Kimse sevmez beni. Hep köşelerde durup sessizce çevreme bakarım. - Niye sevmesinler? Küçücüksün sen de benim gibi. - Bilmiyorum. Çok çirkin olmalıyım. Diyerek soruyu geçiştirmeye çalıştı. Ama meraklı küçük kedi onu pek bırakacak gibi değilidi. Ön ayağını uzattı. Onu köşeden çıkaracak kadar hızla vurdu ve: - Bana ne. Ben seninle oynamak istiyorum. dedi şımarık bir tavırla. Aldığı darbeyle odanın ortasına değin yuvarlanmış olan fare, toparlanıp hemen doğruldu. Üzerini silkeledi. Yerine kaçmak üzereyken kedi önüne dikiliverdi. Fareyi ön ayaklarının arasına kıstırdı. Fare kendini toplayamadan, küçük kedi yuvarlanmaya başladı. Fareyi istediği oyuna zorla sokmuştu. Yuvarlanırken fare elinden kaçınca, birden çevik bir hareketle dönüyor, kaçmaya çalışan fareyi yakalıyor, arkasında bir pençe savurup onu odanın ortasına fırlatıyordu. Daha fare havada süzülürken, dönüp o yöne koşuyor, zıplayıp onu havada yakalayor, ön ayakları arasına kıstırıyordu. GERİ İLERİ
ANA SAYFA Sonra yine beraberce yuvarlanmaya başlıyordular. Bu oyundan çok hoşlanmıştı. Arada farenin kendini toparlayıp kaçmaya çalıştığını görüyor, bir ayağıyla üzerine bastırıyor, fareyi denetimi altına alınca, yine odanın ortasına fırlatıp oyununu sürdürüyordu. Fare bunalmıştı. Oradan oraya itilip kakılması onu huzursuz etmiş, yorulmuştu. Sonunda dayanamadı çığlık atarak bağırmaya başladı: - Yeter artık. Oynama benimle... Farenin çığlıklarını koltuğun üzerinde uyuklamakta olan büyük kedi duydu. Hemen yerinden doğruldu. Bir çırpıda halının üzerindeki yavru kediden kaçmaya çalışan farenin önüne dikildi, beklemeden pençesini indirdi. Eğilip dişlerini geçirince, fare cansız uzandı odanın ortasına. Büyük kedinin yaptıklarını kocaman olmuş gözleriyle izleyen küçük kedi, oyuncağının elinden alınmış olmasına öfkelenerek: - Ne yaptın? Ben onunla oynuyordum. - O neydi biliyor musun? - Hayır. - O bir fareydi. Fareyle oyun oynanmaz. Hemen yakalayıp öldürmen gerekirdi. - Bana bir zararı yoktu. Ben de ona zarar vermeyeceğimi söylemiştim. - Hiç kediyle fare arkadaş olabilir mi? - Ben olacaktım. - Nasıl olacaktın? Ben onun çığlığına uyandım. Bir yolunu bulup senden kurtulsa, bir daha senin yanına gelmezdi. - Neden gelmesin? - Hem korkmuştu hem de canı yanmıştı. Küçük kedi, kendine söylenenleri hareketsiz dinledi. Sonra hiç bir şey olmamış gibi döndü arkasına, halının saçaklarına doğru koştu. Onları ayağıyla iteleyerek oyununa başladı... Büyük kedi ağzında taşıdığı fare ölüsüyle hemen balkona çıktı. Oracıkta yedi fareyi... GERİ
ANA SAYFA KURT KAPANI Küçücük yeni doğmuş bir kurt yavrusu, yuvarlanır gibi emekleyerek, yere uzanmış annesinin yanına gitmiş. Diğer kardeşlerine aldırmadan, açık ağzıyla, ucundan süt sizan bir memeye ulaşmış. Başlamış cok, cok emmeye. Anne kurt, "Yavrularım tedirgin olmasın", diye sesizce duruyormuş. Baba kurtsa biraz ileride sivri kulaklarını dikmiş çevreyi kolluyormuş. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, çevresine bakarken dişlerini gösterip hırlıyormuş. Baba kurtun amacı, anne yavrularını beslerken, onları çevreden gelebilecek olası bir tehlikeden korumakmış. Arada başını göğe doğru uzatıp, arka ayklarının üzerine çömelir, uzun uzun ulurmuş. Öyle uzun ve ürpertici bir uluması varmış ki, çevredeki hayvanlar sesi duyunca korkar, yuvalarına saklanıp titreyerek ulumanın bitmesini beklermiş. Kolaysa birisi kurt yavrularının yanına yaklaşmaya çalışsın. Baba kurt, onun üzerine saldırır, hemen oracıkta parçalarmış. Kurtun çevresine korku salmasının en büyük nedeni, yavrularını korumakmış. Kurt yavruları tehlikeden uzak, Dünya'nın acımasızlığını bile anlamadan, anne ve babalarının koruyucu gölgesinde büyümeye başlamışlar. Kah birbirleriyle oynaşır, kah kovalamaca oynayıp, zaman geçirirmişler. Anneleri tüylerini yalarken gözlerini yumar, mutluluk içinde uykuya dalarmışlar. Bir süre sonra küçük yavrular büyümüşler. Bacakları daha kuvvetli, dişleri daha keskin olmuş. Gerçi hala çocuksu oyunlarla oyalanıyor, anne ve babalarının getirdiği yiyeceklerle besleniyormuşlar ama sivri kulakları, uzun burunlarıyla şimdi daha çok kurta benziyormuşlar. Geceleri babaları uluyup, gecenin karanlığını delip geçen ürkütücü sesi dağlara çarpa çarpa yankılanırken onu örnek almaya çalışır, cılız sesler çıkarırmışlar. Babaları ulurken yavruların ona bakışı bir başka güzelmiş. Saygı ve hayranlık doluymuş. Zamanla yavrular daha çok güçlenmiş ve çevik birer kurt oluvermişler. Çok genç olduklarından anne ve babalarının denetiminde çevreyi gezebiliyormuşlar. Onların gözetiminde avlanır, onların yaşam denemiylerine ve uyarılarına uymaya çaba gösterirmişler. Her genç gibi kusurları olduğunda, ya da başları derde girdiğinde, anne ya da babaları yardımlarına gelir, onları korumaya çalışırmış. Küçük kurtlar da bunlardan ders almaya, aynı yanılgıya bir kez daha düşmemeye özen gösterirmişler. Zaman böyle mutlu bir ortamda hızla ilerlemiş. Artık küçük yavrular büyümüş, genç ve çevik kurtlar olarak çevreye dehşet ve korku salar olmuşlar. Geceleri gür sesleriyle uluyabiliyormuşlar. Hatta onların sesleri babalarının sesinde daha gür çıkıyor, çevredeki hayvanlar daha çok ürküyormuş. Böyle olması çok doğalmış. Eskiden yalnız baba kurt ulurken, şimdi yanında uluyan dört kurt daha varmış. Gündüz Güneş, tüylerini pırıl pırıl parlatınca çevrede hızla koşoşup önlerine çıkan hayvanlara sardırırmışlar. Av hayvanları kendilerini koruyamazmış. Yaşamları kurtların pençesinde acımasızca son bulurmuş. Çevreye dehşet ve korku salan kurtlar, kendi aralarında mutluluk ve neşe içinde yaşarmış. İLERİ