510 likes | 796 Views
Ozan Örmeci Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Görevlisi & Araştırmacı-Yazar Detaylı bilgi için web sitesi; http://www.ozanormeci.com/ Kitaplar: Popüler Kültür (2008), Ankara: Elips Kitap İttihat ve Terakki’den AKP’ye Türk Siyasal Tarihi (2008),
E N D
Ozan Örmeci • Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi • Bölümü Öğretim Görevlisi & • Araştırmacı-Yazar • Detaylı bilgi için web sitesi; • http://www.ozanormeci.com/ • Kitaplar: • Popüler Kültür (2008), Ankara: • Elips Kitap • İttihat ve Terakki’den AKP’ye • Türk Siyasal Tarihi (2008), • İstanbul: Güncel Yayıncılık • Solda Teoriler ve Tarihsel • Tartışmalar (2009), İstanbul: • Ozan Yayıncılık
TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ SORUNLARI SUNUM PLANI 1-) Demokrasi 2-) Türkiye’de Sivil-Ordu İlişkileri 3-) Kürt Sorunu 4-) İslam-Laiklik Tartışmaları 5-) Siyasal Kültür 6-) Ekonomi 7-) Dış Politika 8-) Sonuç
1-) DEMOKRASİ Demokrasi; Yunanca demos (halk) ve kratos (güç, iktidar) sözcüklerinin birleşiminden meydana gelen, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Tarihte ilk demokrasi örnekleri antik Yunan medeniyetinde şehir devletlerinde (polis) uygulanmıştır. Köleler, yabancılar ve kadınların dahil olmadığı bir azınlık demokrasisi olan antik Yunan medeniyetinde doğrudan (direkt) demokrasi uygulanmaktaydı. - Demokrasi geliştikçe genel oy iradesi kabul gördü ve herkes vatandaşlık hakkı kazandı. Uygulanması imkansız olan doğrudan demokrasinin yerini parlamenter temsili demokrasi aldı. - Çoğulculuğun kabul gördüğü demokratik sistemlerde “tek doğru” yoktur ve dolayısıyla yasal bir veya birden çok muhalefet vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler toplum çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı kesimlerin bulunmasını doğal sayar ve bunu eksi değil artı bir özellik olarak görür. Çağdaş demokrasiler liberal demokrasi ve sosyal demokrasi olarak iki ana başlıkta incelenebilir.
1-) DEMOKRASİ Minimalist (dar) tanımıyla demokrasi özgür, kısıtlamasız ve hilesiz seçimlerin yapılarak siyasal partilerin iktidar için halkın oylarıyla mücadele etmesi, halkın parlamentoda vekiller aracılığıyla temsil edilmesidir. Samuel Huntington ve Joseph Schumpeter gibi isimler demokrasinin bu minimalist tanımı üzerinde durmuş ve araştırmalarını bu doğrultuda yapmışlardır. Hatta Huntington two turnover test (iki kez el değiştirme testi) denilen mekanik düşüncesiyle bir ülkede siyasal iktidarın bir partiden diğerine iki defa geçmesinin, iktidarın sağlıklı bir şekilde el değiştirmesinin bu ülkede demokrasinin yerleştiği anlamına geleceğini savunur. Ancak daha kapsamlı tanımıyla demokrasi; hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, sivil toplum örgütlerinin siyasete aktif olarak katılmaları ve adaletli gelir dağılımı gibi bir çok unsuru içerir. Yine sivil ve siyasi hakların kısıtlanmaması, çoğulculuk, farklı kimliklere yaşama hakkı verilmesi, devlet kurumlarının tarafsızlığı gibi özellikler Batı dünyasında demokrasinin daha kapsamlı tanımına dahil edilmiş konulardır.
1-) DEMOKRASİ David Collier ve Steven Levitsky yaptıkları bir araştırmada Karşılaştırmalı Politika uzmanları tarafından kategori olarak belirlenmiş 550 kadar değişik yönetim biçimi olduğunu belirlemişlerdir. Tabii ki bu kategorizasyon fazlalığı demokrasinin nitelikleri hakkında bizi çıkmaza sürüklemektedir. Bu nedenle Andreas Schedler’in kullandığı belli başlı 4 çeşit yönetim tipi üzerinde durmakta fayda var. Schedler’e göre özgür ve hilesiz seçimlerin yapılamadığı rejimler “otoriter” kategorisine girmekte ve doğal olarak demokratik kabul edilmemektedir. İkinci kategori “seçim demokrasisi” ya da “yarı demokrasi” adı verilen özgür seçimlerin yapıldığı ancak siyasal haklar, sivil-ordu ilişkileri ve daha bir çok konuda demokrasi kriterlerinin sağlanamadığı sistemlerdir. Huntington ve Schumpeter gibileri bu seçim demokrasilerini de demokratik olarak görmekte ve demokrasinin minimalist tanımı üzerinde durmaktadırlar.
1-) DEMOKRASİ Üçüncü kategori “liberal demokrasi” adını verdiğimiz özgür ve hilesiz seçimlerin yanı sıra, gelişmiş insan hakları koşullarının sağlandığı ve bunların devletçe korunduğu, tartışmasız sivil hakimiyetinin var olduğu ve sivil toplum kuruluşlarının karar alma sürecine aktif olarak dahil oldukları rejimlerdir. Schedler bu noktada liberal demokrasi adını verdiği ülkeleri incelemek için Robert Dahl’ın “polyarchy (poliarşi)” kavramının faydalı olduğundan söz eder. Dahl’ın düşüncesinde “polyarchy (poliarşi)” adı verilen demokrasilerin şu özellikleri bulunmaktadır:- Seçimle iş başına gelen yöneticiler- Özgür ve hilesiz seçimler- Herkese tahsis edilmiş oy hakkı- Ofislere, kurumsal pozisyonlara herkesin ulaşma hakkı- İfade özgürlüğü- Özgür basın- Kurumsal otonomi
1-) DEMOKRASİ Dördüncü kategoriyse “gelişmiş demokrasi” adını verdiği demokrasinin tüm sosyal ve siyasi aktörler tarafından özümsendiği ve Adam Przeworski’nin meşhur tanımıyla “şehirdeki tek oyun” (only game in the town) haline geldiği sistemlerdir. Gelişmiş demokrasiye göre liberal demokrasiye eklenmesi gereken bazı hususlar güçler ayrılığı ilkesinin hatasız olarak işlemesi, gelir adaletinin sağlanması ve güçlü bir sosyal devletin varlığı (sosyal demokrasi) ve devlet kurumlarının birbirlerini denetlemesidir. Bu son özelliğe Guillermo O’Donnell “horizontal accountability (yatay hesap verebilirlik)” ismini vermektedir. Devlet kurumları “vertical accountability (dikey hesap verebilirlik)” prensibi gereğince halkın ve toplumun çeşitli kesimlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmek kadar horizontal accountability (yatay sorumluluk) anlayışı doğrultusunda diğer kurumların işleyişlerini de kontrol etmek zorundadır.
1-) DEMOKRASİ - Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir. Demokrasi tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri gidermek için verilen savaşımın tarihidir.
1-) DEMOKRASİ The Economist dergisinin 2010 yılı verilerine göre Türkiye dünyadaki tüm rejimler arasında demokratik gelişmişlik bakımından 89. sırada yer almaktadır. Aynı araştırmada Türkiye dört kategoriden (demokrasiler, kusurlu demokrasiler, melez rejimler, otoriter rejimler) üçüncüsü olan melez rejimler arasında gösterilmiştir. Bu da Türkiye’nin son yıllarda demokratik açıdan medyada söylendiğinin aksine ciddi bir ilerleme kaydedemediğini göstermektedir. Zira Avrupa Birliği’ne tam üyelik gibi bir hedefi olan Türkiye, bu araştırmada Nikaragua, Malavi, Zambiya, Tanzanya, Senegal, Irak, Mozambik, Ermenistan gibi ülkelerle aynı kategoriyi paylaşmaktadır. Şimdi Türkiye’yi uluslararası kamuoyunda bu derece olumsuz bir konuma getiren demokrasi sorunlarına beraber göz atacağız.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ Türk siyasal hayatında sivil-ordu ilişkileri oldukça tartışmalı bir konudur. Bunun temel nedeni geçmişte 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, 12 Mart 1971 muhtırası, 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ve 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi bilinen birçok askeri müdahalenin yaşanmış olmasıdır. Bu olaylar dışında Türk siyasal tarihinde başarıya ulaşamamış (en bilinenleri Talat Aydemir’in 1960’ların başlarında gerçekleştirdiği iki başarısız askeri darbe girişimidir) birçok askeri müdahale denemesi yaşanmıştır. Demokratikleşme ve sivil alanın genişlemesiyle beraber geçmiş askeri darbeler sorgulanmaya ve askerin siyasetteki yeri eleştirilmeye başlanmıştır.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ Türk Devrimi’nin askeri-bürokratik öncü kadrolar tarafından gerçekleştirilmiş bir toplumsal dönüşüm projesi olması ve sivil ayağının eksik kalması Türkiye’de sivil-ordu ilişkilerinin sorunlu temelini oluşturan en önemli faktördür. Profesör Metin Heper’e göre Türk devletlerinde “güçlü devlet geleneği” ve orduların özel bir konumu bulunmaktadır. Eric Nordlinger’e göre ordular siyasetle ilişkileri bakımından 4 temel kategoride incelenebilir; 1-) Profesyonel ordular; siyasete uzak ve sadece mesleğinde uzmanlaşmayı ilke eden apolitik paralı askerlerdir. 2-) Moderatör tipi ordular; tarafsız hakem niteliğinde ve sadece iç ve dış güvenlik meseleleriyle ilgilenen yapıdadır.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ 3-) Bekçi (Guardian) tipi ordular; rejimin iç ve dış güvenlik meseleleri dışında temel bazı niteliklerini (anayasanın değiştirilemeyen maddeleri) korumayı kendine ilke edinmiş ve özellikle Soğuk Savaş döneminde anti-komünist mücadelede ön plana çıkmış askeri yapılardır. 4-) Yönetici (Ruler) tipi ordular; isminden anlaşılabildiği gibi yönetimi bizzat eline alan ve sivil siyaseti kendisi tanzim eden, Soğuk Savaş döneminde özellikle Latin Amerika’da yükselen sol hareketlere karşı ABD desteğiyle darbe yoluyla iktidarı ele geçiren ordulardır.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK); Soğuk Savaş döneminde, 27 Mayıs ve 12 Eylül gibi askeri müdahaleler sürecinde yönetici (ruler) tipi ordulara uygun bir görüntü çizerken, genel itibariyle bekçi (guardian) modeline uygun bir yapıdadır. Zira Latin Amerika ordularının aksine TSK; Soğuk Savaş döneminde dahi devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesinin ardından yönetimi kendi inisiyatifiyle sivillere bırakmış ve kısa süre iktidarda kalmıştır. (1960-1961, 1980-1983) Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından son yıllarda yapılan reformlarla TSK’nin bekçi tipinden moderatör tipine doğru evrildiği iddia edilebilir.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ Ancak Profesör Ergun Özbudun ve birçokları TSK’nin sivil yönetime geçilmesinin ardından da çeşitli şekillerde sivil siyasette ağırlığını korumaya çalıştığını iddia etmişlerdir. Özbudun’a göre ordular bunu 5 şekilde gerçekleştirmektedir; 1-) Himayeci yetkiler: Anayasada değişmez maddeler olarak vurgulanan bazı devlet niteliklerinin korunması konusunda orduların bekçi rolü üstlenmesi. 2-) Mahfuz alanlar: Milli Güvenlik Kurulu ve benzeri mekanizmalarla orduların sivil siyasete yön verebilme imkanının bulunması. 3-) Seçimlerin manipüle edilmesi ve seçim hileleri.
2-) TÜRKİYE’DE SİVİL-ORDU İLİŞKİLERİ 4-) Geri dönüşü olmayan maddelerin anayasaya eklenmesi (1982 anayasasındaki geçici 15. madde buna örnek olarak gösterilebilir). 5-) İşlenen askeri suçlar için af ilan edilmesi. Bu 5 enstrüman yoluyla ordular sivil siyasette etkinliklerini sürdürebilmektedir. Türkiye için geçmişte özellikle himayeci yetkiler ve mahfuz alanların TSK tarafından kullanıldığı iddia edilebilir. Ancak son yıllarda 27 Nisan e-muhtırası sayılmazsa normalleşme yaşandığı söylenebilir. Ancak bu normalleşme süreci yaşanırken, son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik acımasız saldırılar ve önyargılı yıpratma çalışmaları bir diğer sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
3-) KÜRT SORUNU • Kürt sorununun temelleri Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar götürülebilir. Ancak Kürt sorununun Türkiye’nin siyaset gündemine ciddi şekilde girmesi 1984 yılından başlayarak giderek yoğunlaşan PKK terörizmi nedeniyle olmuştur.
3-) KÜRT SORUNU • Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Andrew Mango’nun da belirttiği gibi Türk ve Kürtleri “ırk kardeş” olarak nitelendirmiş ve iki halk arasındaki uzun yüzyıllar bir arada yaşamaktan kaynaklanan kültür benzerliklerine dikkat çekmiştir. Zaten Misak-ı Milli sınırları etnografik açıdan bakılırsa Türkler ve Kürtlerin birlikteliği olarak yorumlanabilir. • Etnik değil, sivil-kültürel bir milliyetçilik türü olan Atatürk Milliyetçiliği uyarınca Kürtler, Cumhuriyet’in asli unsuru ve birinci sınıf vatandaşları kabul edilmişler ve Türk milletinin bir parçası sayılmışlardır. • Vatandaşlık ve milliyetçilik genel itibariyle ikiye ayrılır: sivil-kültürel toprağa dayalı milliyetçilik (ius soli, soil-based), etnik, kana dayalı şoven milliyetçilik (ius sanguinis, blood-based). Atatürk milliyetçiliği sivil-kültürel, toprağa dayalı bir milliyetçilik örneğidir.
3-) KÜRT SORUNU • Mustafa Kemal Milli Mücadele’ye desteklerinin sağlanması yolunda Kürtlerin ve diğer etnik unsurların kimliklerini de çekinmeden belirtmiştir. Atatürk’ün 1 Mayıs 1920 günü TBMM’de yaptığı konuşma da, kendisinin bu konudaki duyarlılığını çok iyi ifade etmektedir. “Burada maksut olan ve Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir”. İlk meclis oturumlarında Atatürk gayet özenli bir şekilde “Türk halkı” yerine “Türkiye halkı” terimini kullanmış ve Milli Mücadele’yi sekteye uğratmak istememiştir. • Ancak önemli bir entelektüel ve devlet adamı olan Mustafa Kemal ulus-devletler ve milliyetçilikler çağında çok etnikli ve millet bütünlüğünü sağlayamamış bir yapının ayakta kalamayacağını öngörerek, Anadolu’da en büyük etnik unsur olan Türkler ve en yaygın konuşulan dil olan Türkçenin de etkisiyle tüm etnik unsurları Türk milleti adı altında toplamış (Ne Mutlu Türküm Diyene) ve hepsine eşit vatandaşlık hakları sunmuştur.
3-) KÜRT SORUNU • Cumhuriyetin ilanı sonrası da Kürt nüfusa özerklik verilmemekle beraber Lozan Antlaşması uyarınca dillerini konuşması serbest bırakılmış ve bir baskı ortamı yaratılmamıştır. Kürtler yine Lozan Antlaşması uyarınca azınlık olarak sayılmamış ve devletin asli unsurları olarak kabul edilmişlerdir. • Prof. Dr. Metin Heper’e göre Türkiye Cumhuriyeti genel anlamda Kürt kimliğini ikincil bir kimlik olarak kabul etmiş ve ancak bunun birincil kimliğe dönüşme riski taşıdığı dönemlerde buna karşı mücadele etme stratejisi belirlemiştir.Bu anlamda Kürtlere yönelik herhangi bir asimilasyon politikası güdülmemiş ancak Kürt-Türk bütünleşmesinin sağlanması yolunda da çeşitli çalışmalar yürütülmüştür. • Kürt isyanlarının devleti yıkılma-bölünme noktasına götürmesi nedeniyle 1925 yılındaki Takrir-i Sükun Kanunu’ndan başlayarak devlet bu konuda daha baskıcı bir tutum belirlemek durumunda kalmıştır.
3-) KÜRT SORUNU • Şeyh Said İsyanı ile başlayan süreçte 1938’e kadar irili ufaklı devam eden Kürt isyanlarının (saptanabilen 16 isyan) merkezileşmeye ve modernleşmeye (seküler yapıya) duyulan tepkiler, dış ülkelerin kışkırtmaları (1920’lerde Musul meselesi nedeniyle İngilizler, 1930’larda Hatay meselesi nedeniyle Fransızlar) ve kimi devlet görevlilerin Kürtlere yönelik olumsuz tavırlarının halkta yarattığı tepkiler gibi çeşitli sebepleri vardır ve bu isyanlar salt Kürt milliyetçiliğiyle açıklanamaz. • Kürtçenin konuşulması konusunda devlet yaşanan isyanlara da tepki olarak sorun çıkarmaya başlamış ve Lozan Antlaşması’nın bütün yükümlülüklerini (39. maddedeki mahkemede etnik diliyle kendini savunabilme hakkı ve 40. maddedeki kendi eğitim kurumlarını masraflarını kendileri karşılamak üzere kurabilmek hakkı) yerine getirmemiştir. Yine de Prof. Dr. Ergun Özbudun’a göre 1930’ların faşist atmosferinde bu tavır şaşırtıcı olmamalıdır. “Üstelik, 1930’lu yıllar gibi Avrupa’nın çok büyük bölümüne otoriter, ırkçı milliyetçilik anlayışının egemen olduğu bir dönemde, bunun bizce tali bazı yönlerinin Türkiye’de görülmesi değil, bu etkinin bu kadar sınırlı kalmış olması hayret edilecek bir husustur”.
3-) KÜRT SORUNU • Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Batı’nın sınır karakolu olarak görev yaptığı için Türkiye’nin Kürt meselesi güvenlik sorunları öncelikli olan Batı dünyası için hiçbir önem teşkil etmemiş ve Kürt sorunu konusundaki duyarlılık ve beraberindeki kışkırtma ve propaganda faaliyetleri daha çok SSCB ve sosyalist bloktan gelmiştir. • Türkiye’de de 1960’larda başlayan sol muhalefet Kürt meselesine sahip çıkmış ancak solun radikalleştiği döneme kadar buna bölücü hedeflerle değil, birleştirici, barışçıl emellerle ilgi göstermiştir. • Kürt meselesinin adının konmasında Yön dergisinin başyazarı Doğan Avcıoğlu ve Türkiye İşçi Partisi’nin büyük çabaları olmuştur. Avcıoğlu ve TİP üyeleri Kürt meselesine daha çok bir feodalizm sorunu olarak bakmış ve Atatürk’ün çok istediği toprak reformunun yapılamaması nedeniyle bölgede aşiret düzeninin devam ettiğini ve dolayısıyla Kürt-Türk kaynaşmasının yaşanamadığını ileri sürmüşlerdir.
3-) KÜRT SORUNU • Ayrıca yine 1960’lardan başlayarak İsmail Beşikçi, Kemal Burkay gibi daha radikal sol düşünürler de Kürt ayrılıkçı hareketinin temellerini atan fikirlerini ortaya koymaya başlamışlardır. 1970’lerde Kürt Solu Türk Solu’ndan fikri olarak ve kalben ayrılmış ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan kopan Abdullah Öcalan liderliğindeki ve Apocular olarak bilinen bir grup daha sonraları Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kürdistan - PKK) adıyla ayrılıkçı bir terör örgütü kurmuştur. • Dolayısıyla Kürt hareketi 1925-1938 arasında İslamiyet temelli ve İngiltere desteğiyle yükselirken, 1960-1990 arasında daha çok sosyalizm temelli ve SSCB desteği üzerinden güçlenmiştir. • Bugün ülkemizin yaşadığı en önemli sıkıntılardan biri PKK terörizmi ve Kürt sorunu meselelerinin iç içe geçmiş olmasıdır.
3-) KÜRT SORUNU - Kürt sorunu dediğimiz zaman esas itibariyle farklı bir etnik kökenden gelen ancak Türk milletinin bir parçası ve devletin birinci sınıf vatandaşları olan Kürtlerin şu talep ve sorunları akla gelmelidir. 1-) Bazı vatandaş ve devlet görevlilerinde görülen Kürt kökenli yurttaşlarımıza yönelik ayrımcı-ırkçı hareketler. 2-) Büyük şehirlerdeki gettolaşma-mahalleleşme nedeniyle Kürt-Türk bütünleşmesinin tam anlamıyla sağlanamaması. 3-) Güneydoğu Anadolu bölgesindeki fakirlik, eğitimsizlik, kültürel gerilik (töre cinayetleri, akraba evlilikleri vs.) ve işsizlik gibi çok ciddi sosyal sorunlara yol açan sıkıntılar. 4-) Kürt kökenli yurttaşlarımızın kendi kültür ve dillerini milli birlik ve bütünlük içerisinde yaşatmaya yönelik taleplerinin yerine getirilmesi (devletin çok kültürlülük politikasını dikkatli bir şekilde belirlemesi).
3-) KÜRT SORUNU 5-) Terörizmin özellikle Güney Doğu Anadolu bölgesindeki gücü nedeniyle vatandaşların can ve mal güvenliğinin olmaması, sağlıklı demokratik seçimlerin silahlar gölgesinde gerçekleştirilememesi. 6-) Kürtlerin Cumhuriyet ve devlete olan aidiyetlerinin son yıllarda azalması, bu konuda devletin etkin bir politika geliştirememesi. 7-) Kürt kökenli yurttaşlarımızın taleplerini demokratik sınırlar içerisinde savunabilecek ve terörizmi reddeden bir siyasal kurumun bulunmayışı. 8-) Bazı yabancı ülkelerin bu konuyu kendi çıkarları için kullanmaları nedeniyle meselenin bir iç politika, demokrasi olayından çıkıp uluslararası kriz haline gelmesi ve Kürt kökenli siyasetçilerin buna alet olmaları. - Etnik taleplere yönelik modern ulus devletlerin uyguladığı modeller şunlardır; asimilasyon (zorunlu, gönüllü), bir potada eritme modeli (melting pot), demokratik çoğulculuk.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Türk siyasal hayatındaki bir diğer önemli tartışma konusu ve toplumdaki fay hattı siyasal İslam ve laiklikle alakalıdır. Osmanlı’dan devralınan merkez-çevre kopukluğu nedeniyle öncü bürokratik kadrolar tarafından gerçekleştirilen Kemalist Devrim; Osmanlı’nın gerilemesine ve çökmesine neden olarak -birçok diğer sebebin yanında- dinin siyasal emellere alet edilmesini ve bilim ve aklın gelişmesine engel olarak kullanılmasını görmüştü. Bu sebeple Cumhuriyet Devrimi sonrası seküler yaşam ve devlet yönetimini sağlamak adına önemli adımlar atıldı. Hilafet ve saltanatın kaldırılması, eğitim birliğinin (Tevhid-i Tedrisat) sağlanması, Batılı seküler eğitim sisteminin kabul edilmesi, yozlaşmış tekke ve zaviyelerin kapatılması, kılık-kıyafet reformu bunlara örnek gösterilebilir.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Bunun yanı sıra Kemalizm’in özünü oluşturan Altı Ok’un önemli bir öğesi olan Laiklik, 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti anayasasına eklenmiştir. Ayrıca 1924 anayasasında yer alan ve modern demokratik bir devlete uymayan “Devletin dini İslam’dır” ibaresi daha sonra kaldırılmıştır. Birçoklarına göre İslam coğrafyasında modernleşebilen ve demokratikleşebilen tek ülke olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin laiklik anlayışı Avrupa ülkelerinden farklı olarak Bizantinizm’den esinlenmiştir. Bizantinizm din ve devlet işlerinin ayrı olmasından öte, dinin toplumsal-siyasal yaşamda istismar edilmemesi için devlet tarafından kontrol edilmesi anlamındadır. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye’de bunun uygulandığı iddia edilebilir. Ancak Türkiye’nin laiklik ve demokrasiyi yaşatabilen tek İslam ülkesi olduğu da hesaba katılmalıdır.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Cumhuriyet’in henüz ilk yıllarından başlayarak laiklik ve modernleşme reformlarına yönelik çeşitli isyanlar ve tepki hareketleri yaşanmıştır. Şeyh Said İsyanı’nın ve bazı Kürt isyanlarının İslami yönü de olduğu bilinmektedir. Bunun yanında 1930 tarihli Menemen Olayı bu konuda yaşanan en somut ve trajik olaylardandır. Çok partili siyasal hayata geçilmesinin ardından da dini referansları daha yoğun olan merkez sağ partiler genelde sandıkta ön plana çıkmıştır. 1960’ların sonlarında Milli Nizam Partisi ile başlayan Siyasal İslam hareketi ise 1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’nin en güçlü siyasal akımı olarak iktidara gelmiş ve laiklik konusunda hassas kesimlerde tedirginlik yaratmıştır.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Milli Nizam Partisi 12 Mart sonrası kapatılmış ancak yerine Milli Selamet Partisi kurulmuş ve Milli Görüş’ün doğal lideri Necmettin Erbakan 1970’lerde birçok koalisyonda önemli roller üstlenmiştir. Bu dönemde siyasal İslamcı kadrolar devlet kademelerinde yükselmeye başlamıştır. 12 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi geçmişte sol partilerin kucakladığı varoşlarda hızla güçlenmiş ve 1994’te İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri kazanılmıştır. Bu dönemde soldaki bölünmüşlük (3 parti) Melih Gökçek ve Recep Tayyip Erdoğan gibi İslamcı kökten gelen genç siyasal liderlerin büyükşehir belediyelerini kazanmasında kritik rol oynamıştır. Refah Partisi 1995 seçimlerinde de 1. parti olarak Tansu Çiller’li DYP ile Refahyol koalisyonunu kurmuştur.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Refahyol koalisyonu döneminde yaşanan çeşitli skandallar sonrası 28 Şubat süreci ile Refah Partisi kapatılmış (daha sonra bu karar AİHM tarafından onaylanmıştır) ve Necmettin Erbakan’a 5 yıl süreyle siyasal yasak getirilmiştir. Bu dönemde Refah’ı izleyen Fazilet Partisi de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve sonrasında siyasal İslamcı hareket içerisinde ortaya çıkan Yenilikçi-Gelenekçi tartışmasından 2 siyasal parti doğmuştur; Saadet Partisi (gelenekçi kanat), Adalet ve Kalkınma Partisi (yenilikçi kanat). Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi genç liderler etrafında kurulan AKP, 2002 (%34) ve 2007 (%47) seçimlerinde üstün başarı göstererek tek parti hükümeti kurma şansı yakalamıştır. Ayrıca 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde de AKP 1. parti olmayı başarmıştır.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI AKP kendisini muhafazakar demokrat ve liberal bir parti olarak tanımlamasına karşın halen bazı yabancı ve yerli gözlemciler tarafından “takiyye” yapmakla suçlanmakta ve AKP’nin dinin sosyal yaşam ve devlet yönetimindeki rolünü arttıran bazı uygulamaları medya ve toplumda tartışma yaratmaktadır. Dış politikada Türkiye’nin 1990’ların sonlarından başlayarak çok boyutlu bir perspektif benimsemesi ve AKP döneminde Batı dünyası kadar İslam dünyasıyla da yakın ilişkiler geliştirmesi (Hamas ve Sudan’da El Beşir’e verilen destek) bu noktada kimi yabancı gözlemcileri kaygılandırmaktadır. Bunun yanında son yıllarda alkollü restoran sayılarındaki azalma, medyada ve devlet yaşamında artan muhafazakar söylem, kadınlara yönelik artan şiddet eylemleri, cemaat ve tarikatların çok güçlü hale gelmesi ve benzeri bazı konular nedeniyle hükümete tepki duyan kesimler bulunmaktadır.
4-) SİYASAL İSLAM-LAİKLİK TARTIŞMALARI Daniel Brumberg’e göre İslamcı partiler üç kategoride incelenebilir; 1-) Radikal ve militan İslamcı partiler, demokrasi karşıtı siyasal İslamcı devrim yapmak amacında olan ve siyasal şiddeti sıklıkla kullanan tehlikeli partilerdir. Geçmişte Refah Partisi’nin bazı uygulama ve söylemleri bu tip partileri andırmıştır (“kanlı mı olacak, kansız mı”). 2-) Reformist İslamcı partiler, ulaşmak istedikleri demokrasi dışı İslami düzene anayasal yollar ve demokrasiyle ulaşmayı deneyen İslamcı hareketlerdir. Refah Partisi daha çok bu kategoriye girmektedir. Bazı gözlemcilere göre AKP de buraya dahil edilmelidir. 3-) Liberal İslamcı partiler ise, İslamcı söylem ve hedeflerini demokrasi ile sınırlayan demokratik partilerdir. Çoğu gözlemciler AKP’yi bu kategoriye sokmaktadır. - Ayrıca Türkiye’de siyasal İslam ve laiklik tartışmalarıyla alakalı olarak türban meselesi, İmam Hatip Liseleri konusu ve bazı diğer tartışmalı konular bulunmaktadır.
5-) SİYASAL KÜLTÜR Ülkemiz açısından en önemli demokrasi sorunlarından biri de demokratik kültürün Türkiye’de düşük seviyelerde olmasıdır. Ülkemizde hane içinden, eğitim kurumlarına, iş yerlerinden siyasal partilere ve sivil toplum kuruluşlarına kadar kendi içerisinde demokratik uygulamalar yapabilen kurumlar son derece sınırlıdır. Bu nedenle demokratik kültür gelişememekte ve güce tapma eğilimleri artmaktadır. Biat kültürünü yaygınlaştıran ve kadın-erkek eşitliğini hiçe sayan çeşitli dini örgütlenmeler de İslam dininin özünü anlamaktan uzak hurafelere dayalı yaklaşımlarıyla ülkemizdeki otoriter ve ataerkil kültürü güçlendirmektedirler. Bunların yanında şiddet kültürünü teşvik eden çeşitli yasadışı örgütler ve yasal ve yasadışı siyasal partiler de demokratik pekişmenin önündeki ciddi engellerdendir.
5-) SİYASAL KÜLTÜR Ülkemizde demokratik kitle gösterilerine iktidarların olumsuz yaklaşımları ve bu doğrultuda kolluk kuvvetlerini öğrenciler ya da gösterici gruplara yönelik sert metotlar kullanmaya teşvik etmeleri, bunun yanında hak aramanın ve gösteri yapmanın da yaygın olarak iktidardan aldıkları emirler doğrultusunda yalnızca görevlerini yapmakta olan emekçi güvenlik güçlerine düşmanlık şeklinde algılanması ciddi siyasal kültür sorunları olarak sayılabilir. Sivil-ordu ilişkilerinde geçmişte yaşanan olumsuzluklar da Türkiye’de demokratik siyasal kültürün gelişmesi konusunda olumsuz bir durumdur. Türkiye açısından sağlıklı bir demokrasiye ulaşmak için en önemli adımlardan birisi de eğitim kurumlarından başlayarak demokrasinin faziletlerinin uygulamayla yeni nesillere öğretilmesidir. Şu unutulmamalıdır ki, demokratik kültür gelişmeden en iyi ve en demokratik yasalarla bile bir demokrasi kurulamaz ve gelişemez.
6-) EKONOMİ Son dönemde ülkemizin içerisinde bulunduğu ekonomik durum incelendiğinde, ülke ekonomisinde etkili olan gelişmelerin büyük çoğunluğunun dış kaynaklı olduğunu söylemek mümkündür. Bunda küreselleşme olgusunun, gün geçtikçe küresel yapıya daha fazla entegre hale gelmiş olan ülkemiz üzerinde yarattığı etkileri rol oynamaktadır. Özellikle 2000’li yılların başında ülkemizde ortaya çıkan ekonomik krizlerin ardından yaşanan olumlu ekonomik gelişmelerin kaynağının dışarıda bulunduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Dolayısıyla bu dönemde ekonomide yaşanan nispi iyileşme, gerçekte dünyanın içerisinde bulunduğu sakin ve olumlu ekonomik durumdan kaynaklanmıştır.
6-) EKONOMİ - Ülkemizdeki mevcut ekonomi yönetiminin, son yıllardaki dış kaynaklı olumlu havadan yararlanarak, ekonominin kontrol altında olduğu imajını yaratması, özellikle dış dünyanın ve küresel sermaye gücünün beklentilerini tatmin edecek “yüksek faiz, düşük kur” politikasına sıkı sıkıya bağlı kalması ile mümkün olmuştur. Böylece sıcak para olarak adlandırılan gücü arkasına alan ekonomi yönetimi, tüm dünyadan takdir toplamıştır. - Ülkemizde 2000’li yılların başında karşı karşıya kalınan krizlerin ardından uygulamaya konan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile gelen düzenlemeler ve Merkez Bankası’nın tedbiri elden bırakmayan ekonomi yönetimi, yine aynı dönemde ülkedeki olumlu ekonomik gelişmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ekonominin bugünkü durumuna gelindiğinde ise Merkez Bankası’nın Aralık ayında uygulamaya koyduğu ülkemizin sıcak para akımı cazibesini azaltmayı amaçlayan yeni para politikası çerçevesinde, faizlerin yüzde 6,25’e indirildiği görülmektedir. Merkez Bankası aynı zamanda ekonomide bir gevşemeye yol açmamak için zorunlu karşılıkları arttırma yoluna gitmiştir. Ancak buradaki temel problematik, ülkenin sıcak paranın hâkimiyetine kapılmış durumda olmasıdır.
6-) EKONOMİ - Ülke ekonomisinin sıcak para hâkimiyetinde olmasının en büyük nedeni, 2010 yılında bir önceki yıla göre %247,1 oranında artış gösteren 48.557 milyon dolara ulaşan cari açıktır. 1980’li yılların sonlarında sıcak para ile tanışan ülke ekonomisi, sıcak parayı cari açığın finansman kaynağı olarak görmeye başlamış ve bugüne gelinene dek, yaşanan her ekonomik krizde sıcak para çıkışı ile yüzleşmiş, pek çok ekonomik dalgalanmada da sıcak para çıkışı tedirginliği ile baş başa kalmıştır. Bugün çok ciddi bir miktara ulaşmış olan cari açık, ülke ekonomisini tehdit etmektedir. Yakın geçmişte kamunun sahip olduğu borç yükünün bir benzerinin bugün özel sektör tarafından üstlenilmesi, reel ekonomi üzerinde kriz ve şoklara karşı kırılganlığı arttırıcı ve esnekliği azaltıcı bir etkiye yol açmaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde özellikle dış borç açısından özel sektör borcunun takip edilmesi ve belirli ölçüde düzenlenmesi gerekebilecektir.
6-) EKONOMİ - Açıklanan son verilere göre, GSYİH’daki yıllık artış, sanayi üretimi artışı gibi göstergelerdeki olumlu gelişmeler, özellikle 2009 yılında küresel ekonomik krizin etkisi altında olan ekonominin yeniden normale dönmesi nedeniyle ortaya çıkarken, ithalattaki artış durmaksızın büyümekte ve ihracatın ithalata bağımlı olmasına rağmen ciddi bir artış gösterememesi, döviz kurları ile ilişkilendirilmektedir. Ekonomideki %11,6’lık mevsimsel düzeltilmiş işsizlik oranı ve yaratılan katma değerin düşüklüğü yapısal nedenlere dayanmaktadır ve ekonomi yönetiminin başarısızlığı olarak değerlendirilmelidir. Bugün ülke ekonomisinde sürdürülemez durumda olan milli gelirin büyümesi, bütçe açığının küçülmesi, kamu borçlarının milli gelire oranının düşmesi gibi göstergelerin yanında kronik hale gelmiş işsizlik, ekonomideki yapısal zafiyetin işaretidir. Merkez Bankası’nın yeni politikası, 2011 yılında TL’nin değer kaybetmesi ile milli gelir artışının yavaşlaması, enflasyonda yükselme, faiz artışları, bütçe açığı büyümesi, işsizlik artışı, kamu borcunun milli gelire oranının artması, harcanabilir gelirin azalması ve iç piyasada daralma ile azalan bankacılık sektörü kârları sonuçlarını yaratabilecektir.
6-) EKONOMİ Resmi rakamlarda dahi yüzde 10’ların üzerinde seyreden Cumhuriyet tarihinin en yüksek işsizlik oranı nedeniyle ülkemiz ekonominin kötü yönetiminin sonucu olarak çeşitli sosyal sorunlara da sahne olmaktadır. Özellikle üniversite mezunu gençlerde işsizlik oranının yüzde 25’lerde olması anarşi, terör, madde bağımlılığı, siyasal radikalleşme, yüksek suç oranı, milli değerlere ve devlete düşmanlık gibi pek çok sorunu tetiklemektedir. Hükümetin bu çok ciddi sorunun çözümü için bugüne kadar hiçbir somut adım atmaması ise çok üzücü ve vahimdir. Bunlara ek olarak çalışan kesimin haklarının giderek azalması, esnek emek uygulamaları ve taşeronlaştırma faaliyetlerinin yaygınlaştırılması ve birkaç on yıl öncesine kadar kendi kendine yetebilen bir ülke olan Türkiye’nin kendi çiftçisine sırtını dönmesinin sonucu olarak bugün yurtdışından et ve pamuk ithal eden bir ülke haline gelmesi çok ciddi ekonomik sorunlardandır.
6-) EKONOMİ Demokrasi herşeyden önce müreffeh ülkelerin ve yüksek eğitimli toplumların uygulayabildiği zor bir siyasal rejimdir. Bu nedenle ekonomik gelişmenin tabana yayılması demokrasinin de gelişimini sağlayacaktır. Fakirliği çözmek adına uygulanan ve belediyeler ve çeşitli kamu kurumları tarafından yapılan sosyal yardımların işsizlik ve fakirliği gerçekte çözmeyen geçici yollar olduğu ve iktidarların elinde siyasal bir silaha dönüşebildiği ortadadır. Bu nedenle Türkiye’nin işsizlik ve fakirliği çözmek adına çok ciddi sosyoekonomik projeler geliştirmesi gerekmektedir. İşsizlik ve sosyal sorunların çok daha yüksek seviyede olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde ise bu projeler daha da yoğun uygulanmalı ve gerekirse devlet eliyle tarım, hayvancılık ve sanayi desteklenerek bölge halkının hayata tutunabilmesi sağlanmalıdır. Piyasacı ya da devletçi saplantılara takılmadan toplumsal ihtiyaçlara göre bir ekonomi politikası belirlenmelidir.
7-) DIŞ POLİTİKA Türkiye kendi iç meselelerini henüz çözememesine karşın büyük potansiyeli nedeniyle 1990’ların sonlarından bu yana uluslararası kamuoyunda bir bölgesel güç olarak görülmektedir. Türkiye 1999 Helsinki Zirvesi ile elde ettiği Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için aday ülke statüsünü 2000’li yıllarda müzakerelerin başlaması ile bir üst seviyeye taşımıştır. Ancak AKP iktidarında başlatılan müzakere sürecinde henüz açılan başlıklardan hiçbiri tamamlanamamış ve birçok başlığın açılması da AB ülkelerince engellenmiştir. Türkiye’nin AB vizyonunun kaybolması Orta Doğu, Avrasya ve içe kapanma gibi diğer seçenekleri ön plana çıkarmakta ve Türk dış politikasında belirsizlik ve istikrarsızlık yaratmaktadır.
7-) DIŞ POLİTİKA Türkiye-ABD ilişkileri 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmesi ve sonrasındaki çuval olayı nedeniyle inanılmaz gerilmiştir. Sonuçta Türkiye son yıllarda birçok araştırmada anti-Amerikanizm’in en yüksek olduğu ülke olarak görülmektedir. ABD kaynaklı “ılımlı İslam” ve “Kürdistan” tartışmaları Türk kamuoyunda büyük tepki yaratmaktadır. ABD’nin de son dönemde dış politikada ciddi anlamda güç kaybettiği ve Rusya ve Çin gibi yeni yükselen ülkeler karşısında eski konumunu koruyamadığı birçok otorite tarafından dile getirilmektedir. Ancak halen dünyanın süper gücü olan ABD ile Türkiye’nin ilişkilerini sınırlı da olsa istikrarlı bir hale getirmeden dış politikada önünü görmesi pek mümkün değildir. Türkiye-İsrail ilişkileri de son yıllarda inanılmaz ölçüde tahrip edilmiştir. Bu durumun oluşmasında “one minute” krizi ve Mavi Marmara olayı etkili olmuştur. Her iki ülkede de sağ ve aşırı sağ unsurların iktidarda olması ve İsrail’in Filistin’e yönelik acımasız politikaları bu iki ülke arasındaki istikrarı bozmuştur.
7-) DIŞ POLİTİKA Türkiye son yıllarda Orta Doğu ve İslam dünyasında aktif bir politika izlemektedir. Ancak Türkiye bunu yaparken iktidarın ideolojik tercihleri doğrultusunda seçici davranmakta ve ülkelerin resmi makamlarından ziyade siyasal İslamcı gruplarla (Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler vs.) ilişkiler kurmayı tercih etmektedir. Bu durumun bazı faydaları olduğu gibi ciddi riskler taşıdığı da bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin dahil olduğu Füze Kalkanı Projesi ile komşusu İran ile ilişkilerinin orta vadede ciddi şekilde gerilebilecek olduğu görülmektedir. İran’daki anti-demokratik rejimin nükleer güce ulaşması Türkiye açısından da tehlikelidir. Ancak bunu önlemek için çıkması muhtemel bir savaşın da Türkiye’ye çok ciddi ekonomik, toplumsal ve siyasal maliyetleri olabilir. Bu anlamda Türk dış politikasını önümüzdeki yıllarda karmaşık denklemler ve zor tercihler beklemektedir.
7-) DIŞ POLİTİKA Türkiye’nin dış politikadaki ciddi bir diğer sıkıntısı sözde Ermeni soykırımı iddialarının Ermeni tehcirinin 100. yılında yani 2015’te yoğunlaşacak olmasıdır. Bugüne kadar bu konuda Türk devletinin somut bir çalışma yapmaması ve Talat Paşa Komitesi gibi sivil çalışmalara da destek olmaması göze çarpmaktadır. Son yıllarda sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı hızla artmaktadır ve İsrail’le gerilen ilişkiler nedeniyle Yahudi lobisinin Amerika’daki Türkiye’ye desteğini çekmesi muhtemeldir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin durumu ve Türkiye ile ilişkileri de son yıllarda son derece kötü yönetilmektedir. Türkiye yaptığı tüm Orta Doğu açılımlarına rağmen KKTC’yi dünyaya tanıtmayı başaramamıştır. Barış ve birleşme yolunda attığı adımlara rağmen adada çözüme ulaşamamış ve bir sıkışmışlık durumundadır. Türkiye bu durumu çözmek yerine KKTC ile ilişkilerini bozmakta ve Kıbrıs Türk halkıyla arasındaki gönül bağını zayıflatmaktadır. Bunlar KKTC’nin gözden çıkarıldığı düşüncesini uyandırmaktadır.
7-) DIŞ POLİTİKA Türkiye’nin dış politikadaki bir diğer çok ciddi meselesi terörle mücadelesindeki haklılığı dış dünyaya anlatmakta zayıf kalması ve hakkını savunamamasıdır. On binlerce vatandaşını teröre kurban etmiş Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda haklılığını kabul ettirememesi kendisine yönelik önyargılar ve kötü niyetler kadar Türkiye’nin de başarısızlığını göstermektedir. Türkiye’nin küreselleşme çağında kendi devlet politikalarını dışarıya daha iyi anlatabilecek bilgi ve beceri düzeyine sahip kadrolar yetiştirmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Türkiye’nin dış politikada “one minute” benzeri şovlardan ziyade somut başarılara ihtiyacı bulunmaktadır. AB üyeliği, Batı ile ilişkiler, İsrail ve İran’la ilişkiler, KKTC’nin durumu, sözde Ermeni soykırımı iddialarıyla mücadele, terörle mücadele gibi konularda Türkiye’nin somut başarıları son yıllarda parmakla gösterilecek kadar azdır. Buna karşın İsmail Cem döneminden beri Türkiye’nin aktif ve dinamik bir dış politika izlemesi Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir.
8-) SONUÇ Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacağı 2023 yaklaşırken Türkiye’nin önünde çok ciddi demokrasi sorunları bulunmaktadır. 2023’te Cumhuriyet’in tam demokrasi ile taçlanabilmesi için bu sorunların çözümünde somut adımlar gecikmeden atılmaya başlanmalıdır. 1-) Sivil-ordu ilişkilerinde demokratik standartlara gelme yolunda hızla ilerlenmektedir. Bu nedenle kendi ordumuzu düşman olarak göstermek yerine pekişmiş demokrasiye yumuşak bir geçiş yapmak için sağduyulu ve ölçülü bir şekilde hareket edilmeli, demokrasi ve devletin kurumları aynı ölçüde özenle korunmalıdır. 2-) Kürt sorunu konusunda terörün farklı enstrümanlar kullanılarak bitirilmesi ve ulusal bütünlüğü bozmadan Kürtler ya da diğer etnik gruplara kültürel haklar sunulması makul bir çözüm olacaktır. Güneydoğu Anadolu bölgesinin kalkındırılması ve bir sürgün yeri olmaktan kurtarılması gerekmektedir.
8-) SONUÇ 3-) İslam-laiklik tartışmaları konusunda devlet yönetiminde yasalar ve akılcılığın ön planda kalması ve dini değerlerin kamusal alanda belirleyici faktör haline gelmesinin engellenmesi, ancak bireysel inanç özgürlükleri konusunda devletin daha esnek ve özgürlükçü bir tutum alması hızla artan kutuplaşma ortamında bir zorunluluk haline gelmiştir. Bunlar yapılmadığı takdirde, Türkiye fikren ve kalben iki büyük kutuba ayrılacak ve ortak bir yaşam inşa etmek giderek zorlaşacaktır. 4-) Siyasal kültür alanında demokrasinin faziletleri anaokulundan başlayarak tüm eğitim kurumlarında ve düzeylerinde genç nesillere aktarılmalı, demokrasiye ciddi engeller ortaya koyan geleneksel ataerkil aile yapısı milli değerler erozyona uğratılmadan sorgulanmalı ve eleştirilmeli, tüm kurum ve kuruluşlarda demokrasiye uygun bir iç işleyiş mekanizması kurularak demokratik kültür teşvik edilmelidir.